TAHSİN DOĞAN / NEFES
Kurtuluş Savaşı başlarken ilan edilen Misak-ı Milli sınırları içinde Hatay da yer alıyordu. O dönemde bölgenin adı Antakya idi. Mustafa Kemal ise bölgedeki Türk varlığının M.Ö. 2000’lere dayandığına inanırdı. İngiliz Tuğgeneral Sir Percy Sykes’ın 1920’de yazdığı ‘Orta Asya’nın Çölleri ve Vahaları Arasında’ adlı kitapta bir harita Atatürk’ün dikkatini çeker. Haritanın kuzeyinde bulunan Ala Göl’e dökülen İli ırmağına bağlanan Asi Irmağı bulunuyordu ki bu ırmak da Aladağ’dan geliyordu.
Atatürk Antakya’yı incelediğinde de buranın kuzeyindeki Akgöl’den çıkan bir kolun Asi nehri ile birleşip Akdeniz’e döküldüğünü gördü. Üstelik bölgenin hemen yakınlarında Hetye ismine rastladı. Sykes’ın haritasında İli ırmağına dökülen Asi nehrinin doğusunda da Hatay ismine rastladı. Benzer iki coğrafya, benzer iki nehir ve iki isim... Hatay, Hetye... Atatürk bu benzerliği gördükten sonra bölgeye Hatay ismini vermeye karar verdi. 22 Kasım 1936’da Cumhuriyet Gazetesi’nde ‘İsmail Müştak Mayakon’ mahlası ile “Hata-Hatay” başlığı ile bir makale yazdı. Burada “Antakya, İskenderun ve havalisinin coğrafya ismi Hatay’dır. Burada yaşayan Türkler, Türk atalarının mümessili olan Hata’lardır. Ata’lardır” dedi.
Bundandır ki Atatürk, ismini kendisinin verdiği Hatay’ın anavatana katılması için, hastalığının iyice ağırlaştığı 1938 yılında doktorlarının dinlenmesi dışında hiçbir şeye izin vermedikleri durumda bile mücadele etti. Büyük devletlerin Türkiye’nin Hatay konusundaki kararlılığını sınadığı bir ortamda Mustafa Kemal, ölümü göze alarak askeri manevralara katıldı. Atatük, Hatay’a verdiği önemi daha 1923 yılında ortaya koymuştu.
15 Mart’ta Adana’ya gitmiş, istasyonda trenden inmiş; sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları, “Yaşa varol!” sesleri arasında yaya olarak kente giriyordu.
Yarı yolda karalar giymiş bir kadın kalabalığı göze çarptı. Sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı; Mustafa Kemal Paşa’nın önünde durdular. Arkalarından bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kız, o dönem Fransız işgali altında olan İskenderun ve Antakya’nın Türk olan bütün halkı adına “Bizi de kurtar!” diye yalvarıyordu.
Herkes gibi Atatürk de duygulandı. Genç kızın nutku bitince Gazi başını kaldırdı, mavi gözlerinde bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesine ayrı ayrı vurgu yaparak “Kırk asırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!” dedi.
Bundan 16 yıl sonra da Hatay sorununun en heyecanlı günlerinde, hasta ve bitkin olmasına rağmen, Hatay’a yakın olmak için tekrar Mersin ve Adana’ya gitti. “Hatay benim şahsi meselemdir” diyerek 4 saat ayakta durmak, birliklerin geçidini izlemek gibi olağanüstü bir dayanıklılık gösterdi. Ve Atatürk bunu dünya gözü ile göremese de Hatay 1939’da anavatana katıldı.
Öğretmenlere verdiği değer
Atatürk, Kayseri’de fizik dersi öğretmeni Abdullah Efendi’nin dersine girer. Öğretmen, sanki sınıfta Atatürk ve arkadaşları yokmuş gibi son derece doğal bir şekilde dersine devam eder. Bir ara Atatürk kara tahtanın önünde durunca öğretmen:
“Paşam, biraz çekilir misiniz? Çocuklar tahtayı göremiyor” demez mi!
Atatürk’ün yanındakiler heyecanlanırlar. Şaşkınlıkla ne olacağını merak ederler. Zil çalıncaya kadar Abdullah Efendi dersine devam eder. Zil çalınca herkes bir fırtına beklerken, Atatürk hayran hayran Abdullah Efendi’ye bakarak şöyle der:
“İşte dershaneyi bir mabet, dersi ibadet gibi gören gerçek öğretmen…”
Milletin çektikleri bana ilham verdi
Büyük Taarruz’da elde edilen zafer sonrası yaptığı seyahatte Samsun’a da uğrayan Mustafa Kemal Paşa, orada öğretmenlerle görüşüyordu. Öğretmenlerin övgü dolu sözlerini sakince dinledikten sonra şunları dile getirdi:
“Vatandaşınız olan herhangi bir şahsı istediğiniz gibi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi arkadaşınız gibi babanız gibi evladınız gibi sevgiliniz gibi sevebilirsiniz! Fakat bu sevgi, sizi milli varlığınızı, bütün muhabbetlerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermenize sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olmaz. Ben ancak vazifemi yaptım. Bana, bu ilhamı ve kudreti nereden aldığımı soruyorsunuz. Cevap olarak diyebilirim ki bugünkü uyanıklığı, düne, geçmişe borçluyuz. Geçmişte bu milletin çektiklerinden büyük bir ilham ve kudret kaynağı olamaz.”
Ülkeleri değil kalpleri fethetmek isteriz!
Hükümet, ünlü Alman ressam Arthur Kampf’a Atatürk’ün bir portresini ısmarlamıştı. Portre bitti. Çankaya Köşkü’nde oldukça kalabalık bir davetli grubu portreyi inceliyordu. Bazıları benzeyişte kusur buldular.
Atatürk “Olabilir. Fakat inanır mısınız, bu portre bir aralık bana son derece benzemişti. Ancak üstat durmasını bilmedi. Sanatkarlar, kumandanlar gibi durmasını bilmelidirler. Aksi halde vardıkları başarı zirvesinden iniş başlar” yorumunu yaptı. Sonra Milli Mücadele’nin sonunda bir komutandan gelen telgrafa atıfta bulunarak şunları dile getirdi:
“Kumandan ‘Emir ver, bir hafta sonra Mataban (Yunanistan’ın Mora yarımadasındaki en güney ucu) burnundayım.’ diyordu. Derhal kendisine ‘Dur’ emri verdim. Belki dediği doğru idi. Fakat biz, ülkeleri değil, insanların kalbini fethetmek isteriz. Eğer biz o vakit durmasını bilmeseydik bugünkü dünyayı kapsayan prestijimiz ne olurdu? Kumandanlar da sanatkarlar gibidirler. Durmayı bilmezlerse zaferleri payidar olmaz.”