Anadolu’nun acınası haline gözyaşı döktü
Balkan, 1. Dünya ve Kurtuluş savaşları soncu Anadolu yıkıntıya dönmüştü. Atatürk çıktığı yurt gezisinde karşılaştığı manzara karşısında gözyaşlarını tutamamış “Büyük bir acı içinde bunalıyorum” demişti.
TAHSİN DOĞAN / NEFES
Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu getiren iki Balkan savaşı ile 1. Dünya Savaşı’ndan sonra verilen Kurtuluş Savaşı zaferle sonuçlandı. Ancak geçen 10 yıllık süreçte Anadolu yıkıntıya dönmüş, halkı ve doğal kaynakları sömürülmüş, insanları cahil bıraktırılmıştı. Cumhuriyetin ilanından sonra kalkınma hareketi başlasa da yatırım yapılacak para olmaması, üstelik kaynakların Osmanlı’nın borçlarını ödemeye gitmesi ve 1929’da dünyada patlayan ekonomik kriz hedeflerin gerçekleşmesini geciktirmişti. Bu dönemde Atatürk, kıvranan halkının sıkıntılarını doğrudan dinlemek için yurt gezisine çıktı. Yol boyunca dura dura, halkı dinleye dinleye 6 Mart 1930 günü Isparta üzerinden Antalya’ya ulaştı. Kaldığı evin bir odasına Hasan Rıza Soyak’la birlikte çekilerek kapıyı kapatır ve bir koltuğa adeta yığılır. Çok yorgun ve sinirlidir. Gördükleri karşısında şöyle konuşur: “Bunalıyorum çocuk, büyük bir acı içinde bunalıyorum. Gittiğimiz her yerde devamlı dert, şikayet dinliyoruz.
Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi bir perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Bunda bizim bir günahımız yoktur; uzun yıllar hatta asırlarca dünyanın gidişinden aymaz, birtakım şuursuz idarecilerin elinde kalan bu cennet memleket; düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın. Büyük yeteneklere sahip olan zavallı halkımız ise kendisine kutsal inanç şeklinde telkin edilen bir sürü temelsiz görüş ve inanışların tesiri altında uyuşmuş, kalmış.” Bir nefes aldıktan sonra Gazi şöyle devam eder:
“Beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın aklında kökleştirilmiş olan, her şeyi başta bulunandan beklemek alışkanlığıdır. İşte bu zihniyetle herkes, her şeyi Allah’tan bekleyiş ve rahatlık içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden istiyor, benden bekliyor. Ama nihayetinde ben de bir insanım be birader, sihirli bir gücüm yok ki...”
Atatürk böyle hayıflandıktan sonra aklındaki çözüm şeklini “Bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş, bilgili, geniş düşünceli, azim, gönlü tok ve uzmanlık sahibi adam meselesidir, sonra da zaman ve imkan meselesidir. Bu itibarla önce kafaları ve vicdanları yıpranmış, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin. İşlerin uzmanı, idealist ve enerjik insanlardan kurulu, düzenli, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın. Sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, maddi ve manevi her türlü doğal yetenek ve kaynaklarımızı harekete getirecek, işletecek. Böylece memleket ileriye, refaha doğru yol alacaktır” sözleri ile tanımlar.
Ardından “Biz şimdi o yol üzerindeyiz. Kafileyi hedefe doğru yürütmek için insan gücünün üstünde gayret sarf ediyoruz. Başka ne yapabiliriz ki?” der. Atatürk bu anda duraklar. Gözleri dolmuş, elleri titriyordu. Hasan Rıza’yı “Kalk, bana bir kahve getirmelerini söyle de gel...” diyerek odadan çıkarır.
Hasan Rıza, Gazi’nin, gözlerinden yaşlar boşandığını kendisinin görmesini istemediğini anlamıştı. O da kahve söylemek bahanesiyle dışarı çıktığında oyalanır, odaya hemen dönmez.
KİTAP OKUMAYA ÖNEM VERİRDİ
Cemal Granada, 1927-1938 arasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün sofrasında hizmet etti. Onun sofrasında siyaset, kültür, tarih, sanat konularında birçok konuşmaya şahit oldu. Anılarını “Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri” adıyla kitaplaştırdı. Esirinde Mustafa Kemal’in kitap okumaya verdiği önemi şu anekdotla anlattı: Bir gün Atatürk tarihle ilgili bir kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki çevresini görecek hali yoktu. Yurt sorunları dururken Atatürk’ün kitaplara zaman ayırması Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Vasıf Çınar’ın biraz canını sıkmış olmalı ki Atatürk’e şöyle dediğini duydum: “Paşam! Tarihle uğraşıp kafanı yorma… 19 Mayıs’ta kitap okuyarak mı Samsun’a çıktın?” Atatürk, bu içten yakınmaya tebessümle karşılık verdi: “Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirini yapamazdım...”
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Saffet Mutluer, 2013’teki açıklamasında, Atatürk’ün 57 yıllık yaşamında 3 bin 937 kitap okuduğunun belirlendiğini söylemişti.
KIRMIZI KARANFİL SEVERDİ
Atatürk Cumhurbaşkanıyken ABD’den bir mektup alır.
Mektupta “Ben bölgemin ileri gelenlerinden biriyim. Sizin çok büyük bir insan olduğunuzu biliyorum. Eserinizin hayranıyım. En çok sevdiğiniz çiçeği bana yazmak cömertliğinde bulunursanız, o çiçeğin en güzel cinsine sizin adınızı vereceğim” yazmaktadır.
Atatürk, mektubu yanıtlaması için Genel Sekreteri Ruşen Eşref Ünaydın’ı çağırır. Gönderilecek mektubunda nezaketinden dolayı müteşekkir olduğunu belirterek, “Ben en çok kırmızı karanfili severim” der.
MİLLİYETÇİ DİN ADAMLARINA GÜVENİRDİ
Milli Mücadele’nin en buhranlı günleriydi. İstanbul ile Ankara arasında fetva kavgası tüm şiddetiyle devam ediyordu. İstanbul Hükümeti, Mustafa Kemal ve diğer Kuvâyi Milliyeciler hakkında ölüm fetvası yayınlamıştı. Buna karşılık Ankara Müftüsü Mehmet Börekçizade Rifat imzasıyla bu fetvayı geçersiz sayan bir fetva çıkarılmıştı. O günlerde Birinci TBMM, kendi bünyesi içindeki din adamlarından seçtiği İrşad (Aydınlatma) Heyetlerini vatanın köyüne kentine göndermek ve Ankara Fetvasının öngördüğü gerçekleri vatandaşa anlatmakla görevlendirildi.
Milli Eğitim Bakanı ve Türk Ocakları Genel Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver’di. Mustafa Kemal’e geldi.
“Paşam... Bunlar çoğunlukla Arapça konuşacaklar. Halk ne anlayacak?”
Atatürk gülümsedi.
“Sen üzülme Hamdullah... Onlar Arapça konuşsalar bile Türkçe düşünürler” dedi.
YARIN: BİZ CUMHURİYETİ SÜS İÇİN KURMADIK