Nasıl yedirdiler ama meselayı
Futbolun lezzetli bir aş olduğu, onun üstüne serpilen baharatın ise büyük teknik direktörlerin aklı olduğu bir dünyada, mutfaktan duman değil de küf kokusu yükseldiğinde, çorbanın kimin elinden çıktığını sorgulamak gerekir.
İstanbul’un iki büyük efendisi, Galatasaray ve Fenerbahçe, bir arenaya çıkıp yılların birikimiyle bir ziyafet sunmak yerine, masaya kaynamamış, tatsız, kokusuz bir tabak bırakmayı tercih etti. Derbiler, kemik sesleriyle, iç geçiren çalımlarla, tribünlerin gözyaşıyla güzelleşir. Lakin burada gördüğümüz şey, adeta ıslak bir odunun zorla tutuşturulmaya çalışılmasıydı.
Düşünün, memleketin en büyük iki kulübü, ligin düğümünü çözecek bir maça çıkıyor. Masada ihtimaller net: Galatasaray kazanırsa, altın mühürü basar; Fenerbahçe kazanırsa, kaderin kalemini eline alır; beraberlik ise belirsizliği ömrümüz kadar uzatır. Yani sahaya çıkanlar, ya destan yazacak ya da suskunluğa mahkum olacak.
♦♦♦♦♦
Ancak biz, futbolun değil, ruhunu kaybetmiş bir oyunun şahitleri olduk. Oysa sahada bir yanda son iki yılda sadece bir maç kaybetmiş bir Okan Buruk, diğer yanda tarih sahnesine adını altın harflerle yazdırmış bir Jose Mourinho vardı.
Beklenti belliydi: ya Galatasaray şampiyonluk düğmesini kapatacak ya da Fenerbahçe, rakibini yıpratıp rüzgarı arkasına alacaktı. Ama ne oldu? Ne düğme kapandı ne rüzgar esti. Sahada futbol değil, korkuların ve önyargıların gölgesinde şekillenen bir tereddüt tiyatrosu oynandı.
Futbol dediğin şey, golcüler konuştuğunda güzelleşir. Tribünleri ayağa kaldıran, ses tellerini yırtan, şampiyonluk şarkılarını erken söyletendir. Ancak bu derbide sahneyi ne Osimhen aldı ne de Dzeko.
Onların yerine sahne ışıkları, Davinson Sanchez ve Lemina’ya; Yusuf Akçiçek ve Çağlar Söyüncü’ye düştü. Bunu derbi diye mi izledik, yoksa yan mahallede oynanan sert bir mahalle maçını mı seyrettik, orası biraz muallak kaldı.
♦♦♦♦♦
Maç boyu, Galatasaray sadece bir kez isabetli şut çekti. Fenerbahçe ise bir köşe vuruşuyla tehlike yaratabildi. Ve sonra düdük çaldı. Ne futbol konuşulacak bir maç oynandı ne de futbol konuşmaya niyetli birileri vardı.
Galatasaray, kazanması gereken maçta sadece rakip ceza sahasına yedi kez girebildi ve Okan Buruk, maç sonu mikrofonu eline aldığında hakemden şikayet etti. Mourinho ise ne varsa masaya döktü; belki de kendi takımının pasif oyununu unutturmak için...
Böyle olunca, futbolun büyüsü yerine saha dışının grisi egemen oldu. Bir hafta boyunca yabancı hakemi tartıştık, VAR masasına oturduk, masa başı dedikodularıyla geceyi gündüze kattık. Sonuç?
Futbolu yine konuşmadık. Konuşmayacağız da… Çünkü futbolun bu ülkede bir mesele olmaktan çıkıp, bir ‘bahane’ haline geldiğini unutuyoruz.
♦♦♦♦♦
Geriye dönüp bakınca, tek tesellim maçın kazasız belasız bitmesi. Sahadaki futboldan, futbolun sorumlularından, sistemin bizzat kendisinden zerre umudum kalmadı. Ama belli ki onların da tek umudu, bu sezonun bir şekilde bitmesi.
‘Türk futbolunun marka değeri’ diye ortada gezinenler, milyonlarca insanın gözleri önünde, bu değerin yerle bir oluşunu bir kez daha izlettiler.
Rahmetli Kemal Sunal’ın ‘Bombacı Mülayim’ filmindeki o meşhur repliği geldi aklıma. Herkese hayallerini anlatıp sonra da ‘mesela yani’ derdi. İşte bu derbi de bizim için öyle geçti. Anlatılan hikaye mükemmeldi: 55 yıl sonra gelen yabancı hakem, yıldızlarla dolu kadrolar, iki büyük hoca, şampiyonluğu belirleyecek bir maç…
Ama çıkan yemek, yanmış ve tadı kaçmış bir yavanlık oldu. Hayallerimize sundukları senaryo ile karşılaştığımız gerçek arasındaki fark, işte o ‘mesela yani’ cümlesinin içinde saklıydı. Nasıl yedirdiler ama, meselayı?
♦♦♦♦♦
Dipnot: Yabancı hakem mi? Bu maçta hakemi değerlendirecek tek bir futbol aksiyonu bile olmadı. İyi veya kötü olmasının ne anlamı var ki? Nasıl olsa, ertesi hafta yine aynı tartışmalar dönecek, aynı kelimeler tekrar tekrar havada yankılanacak.