Yola devam...

İnsanların komşularına selam verdiği, inek sağan kadının yanından geçerken “bereketli olsun”, çapa yapan ırgatın yanından geçerken “kolay gelsin” dediği yıllardı.

“Kokusu gitmiştir şimdi, canları çeker” düşüncesiyle komşuya yemek dolu tabaklar gönderilirdi.

Kimse Kürt’tür, Alevidir, muhalefet partilerine oy veriyordur diye ötekileştirilmezdi.

Mahalle bakkalında toplaşan köylülerin sıcak sohbetlerini sadece şen kahkahalar keserdi.

Ajans dinlemek için başına toplanılan ışıklı radyolar, o yıllarda üzerlerine dantelli örtüler konularak henüz kenara kaldırılmıştı.

Yerlerine regülatörü ısınmadan çalışmayan siyah beyaz televizyonlar geçmeye başlamıştı.

Plakların yerini kasetler almıştı.

Çocuklar bütün günü kendi yaptıkları oyuncaklarla oynayarak ya da aşık atarak geçirir, anne babaları onları tereddütsüzce doğa anaya emanet ederdi.

***

Bir haziran ayının ortasıydı.

Üstümüzde pırıl pırıl mavi bir gök, altın bir tepsi gibi parlayan bir güneş.

Okulda karne günü.

Bütün çocuklar bir an önce karneyi alıp kara önlüklerden kurtulup oyuna koşmak için sabırsızlanıyordu.

İlkokul dördüncü sınıftan beşinci sınıfa geçen ben ise kara kara düşünüyordum: Koca üç ay ne yapacaktım. Elektrik dahi olmayan toprak damlı evlerde yaşadığımız yaylada zaman nasıl geçecekti?

Karneyi alıp okuldan çıkınca ilk yaptığım, siyah önlüğün üzerindeki beyaz yakanın bir yanını düğmeden çözmek oldu. Beyaz yakalığın bir ucu boynumdaki düğmede bağlı, diğer ucu siyah önlüğün üzerinde, belimin hizasında...

Eve yürürken Gıdış Nenenin elma ağaçlarının çiçek açtığını fark ettim. Kendi kendime “bu yıl var yılı demek ki” dedim ve eylül ayında okullar açıldığında okula giden çocukların o ağaçlardan elma kaçırdığı anları gözümde canlandırdım.

***

Eve vardığımda karnemi bir masanın üzerine, hızla çıkardığım önlüğü de pencerenin önündeki geniş boşluğa attım.

Öğretmen çocuğu olmanın en kötü tarafı, hepsi pekiyi ile dolu olsa da karnelerin ailede kimseyi heyecanlandırmamasıydı. Yüzlerce çocuğa karne veren öğretmenlerle dolu bir evde kim takar çocukların karnesini, takdir belgesini...

Hemen dışarı çıktım. Aklımda hala bütün yaz ne yapacağım sorusu vardı. Çıkmadan masadaki Cumhuriyet gazetesini elime aldım. Kiler olarak kullandığımız aralığa koşup, tahtadan ekmek teknesinin üzerindeki beyaz örtüyü kaldırdım ve ilk gördüğüm ekmeğin çeyreğini kopardım.

(O ekşi maya ve ahşap kokan teknenin kokusunu hiç unutamadım.)

Bahçedeki ağacın altına oturdum. Bir yandan ekmeği ısırıyor, bir yandan yere serdiğim gazeteye bakıyordum.

Daha ikinci sayfada İlhan Selçuk’un yazısına takıldım. Anlattığı konuları bilmesem, ne anlattığını anlamasam da cümleleri çok rahat anlıyordum. O yıl kompozisyon yarışmasında çuvallamış bir öğrenci olarak İlhan Selçuk’un dilinin sadeliğine, cümlelerinin kısalığına hayran kalmıştım.

Koştum, sağdan soldan eski gazeteleri topladım. İlhan Selçuk’un yazılarını bulup kestim ve hepsini okudum.

O gün yazı nasıl geçireceğime karar verdim.

Yazacaktım.

Günlük yazacaktım. Öykü yazacaktım. Film senaryosu yazacaktım.

Tam hayal ettiğim gibi olmadı ama o yazı yazarak geçirdim.

***

Üzerinden kırk küsur yıl geçti.

Artık o ekmek teknesi ve hiç unutamadığım kokusu yok.

Tarım bittiğinden, köylerde ekmek, süt, yumurta üç harfli marketlerden alınıyor.

“Bereketli olsun”, “kolay gelsin” temennilerinin, şen kahkahalarla dolu bakkalların yerinde yeller esiyor.

Yekpare camdan yüksek yüksek rant kuleleri mahalleleri yok etmiş.

Tencereler komşuyla paylaşacak kadar dolu değil. Dolu olsa da paylaşacak komşu kalmadı.

Siyasi kutuplaşma had safhada. Siyasetçiler kendi yankı odalarının şehvetine kapılmış, topluma nefret tohumları saçıyor.

Ya iktidardansın ya düşmansın!

Bir de çocukları emanet edecek doğa kalmadı. İnşaat çukurları, maden kimyasalları, zehir akan derelerle kuşatıldı çocuklar.

Oyunlar telefonda, tablette, komşular ise Tik Tok’ta...

***

Benim için değişmeyen tek şey var:

Bıkmadan usanmadan okuyorum ve yazıyorum.

Bugün gazetemiz NEFES’in ilk sayısı için ilk yazımı yazarken de ilkokul dördüncü sınıfın sonunda duyduğum o heyecanın aynısını duyuyorum.

Bir de insanların mutlu mesut yaşadığı, kimsenin kimseyi ötekileştirmediği, adaletli, özgür, güvenli ve hepsinden önemlisi neşeli günler yaşanan o ülkenin hayalini kuruyorum.

Amerikalı yazar, felsefeci Ralph W. Emerson’ın da dediği gibi...

“Önemli olan varılacak yer değil, yolculuğun kendisidir.”

Bizim, aklımızda, yüreğimizde o güzel günlerin hayaliyle çıktığımız yolculuk da devam ediyor.

Her gün bir gazete satın alıp, kesip sakladığı köşe yazılarını tekrar tekrar okuyan, okutturan insanların ve vurduğu yerden ses getiren, sonuç alan gazetelerin yeniden çoğalması dileğiyle...

Her gün bir NEFES almayı unutmayın lütfen!

SON DAKİKA HABERLERİ

Deniz Zeyrek Diğer Yazıları