Halepli Akbayram ailesi

Gaziantep’in en eski yerleşim yeri Akyol mahallesi

Mahallenin dar sokaklarından Saraç Mehmet Sokağında birbirine bitişik iki katlı taş konaklar var…

Bir numaralı adreste “Halepliler” denen geniş bir aile oturuyor...

Hacı Dede” diye hitap edilen devlet memuru Hamdi Bey, Halep göçmeni… Kardeşi Şemsettin, ressam…

Çoğu zaman konağın avlusundan güzel ses yükseliyor: Hamdi Bey’in kızı Gülten’in sesi bu. Müzeyyen Senar’a benzetiyorlar sesini… Diğer kız kardeşler Gülşen, Semahat, Harbiye, Fethiye, Samiye eşlik ediyor…

Repertuvarı belirleyen ağabeyleri Nedim’in eşi İstanbullu gelin, Türkan

Ağabey oto boyacısı Nedim müziğe, eğlenceye düşkün. Kalfası Ahmet Özoğlu şehrin en güzel seslerinden…

Pazar günleri konakta ya da piknikte eğlence yapılıyor. Şehrin geleneği bu sazlı sözlü toplantılar…

Nedim ile Türkan’ın ilk bebekleri 1950’nin son günlerinde doğuyor; Edip...

Ardından üçü kız, ikisi erkek beş çocukları daha oluyor çiftin.

Talihsiz Edip, ufakken çocuk felci geçiriyor. Aile seferber, el bebek gül bebek büyütüyorlar sabiyi…

Edip hiç şımarık değil, sakin, kibar, ayağının aksamasını pek sorun etmiyor. Daima güler yüzlü sımsıcak bakan iri gözler...

Büyük tutkusu var; halalarıyla şarkı söylemek ve onlarla Turizm ya da Kavaklık Bahçe’ye gelen İstanbullu şarkıcıların konserlerine gitmek. Eve gelince ayna karşısında onları taklit ediyor...

Müzik için okul bile değiştiriyor. Ve, şehrin ilk orkestrası Siyah Örümcekler müzik grubunun 19 yaşında solisti oluyor…

Özel insan: Edip Akbayram

Türk halk ozanlarının türkülerinin Batı formatında çalınıp söylenmesi ile ortaya çıkan “Anadolu-Rock” akımının ilk öncüsü Tülay German-Erdem Buri.

Onların “paltosundan” Erol Büyükburç, Alpay, Cem Karaca, Barış Mançolar çıktı…

1960’lar müzikte halkçılık dönemi… 68 Kuşağı siyasal söyleminin türküler ile kitleselleştiği süreç…

Genç Edip, Fikret Kızıkok’a özeniyor, ses tonunu Erkin Koray’a benzetmeye çalışıyor. Henüz kendi özgün sesini bulmuş değil, öykünme yılları…

Düğünlerde çalıyor. En çok söylediği “Samanyolu” şarkısı…

İlk 45’lik plağını çıkarıyor; Neşet Ertaş’ın “Kendim Ettim Kendim Buldum” türküsü…

Sonra, Adana’da Beyaz Saray Gazinosu’nda şarkıcılık…

Sonra, İstanbul’da diş hekimliği fakültesinde öğrencilik…

Altın Mikrofon Müzik Yarışması’nda 1972’de birinci olunca hayatı tamamen değişti, okulu bıraktı. Müziği hayatının merkezine taşıdı…

Artık o, halkının takdir edip çok seveceği ışık şelalesi bir sanatçı oldu…

Ülkesine armağan Edip Akbayram, halkını hiç hüsrana uğratmadı...

O... İçinde yücelik taşıyan, halkının ideallerine sevdalı... Ruhu, haşmetli sesine vuran koca bir ateş...

Profesyonelliğe karşı nefsi güçlü sanatçı. Parayla, şöhretle işi yok. En nihayetinde büyük sanatçı, büyük yaşayan değil midir?

Maskesiz, boyasız kalmakta inat eden, vasata teslim olmayan sanatçı...

Tek istediği halkının sesi olmak, onun sessiz çığlığını duyurmak. Hiç vazgeçmedi bu davasından...

Sevdalı. Sabırlı. Hep fedakâr insan…

Soyluluk-zarafet vardı davranışlarında...Vakur. Hep mütevazi.

Sevmek için yaratılmış samimi insan.

Hile bilmez, kurnazlık yapmaz. Hep dürüst.

İçi dışı dikensiz gül bahçesi...

Onca bedel ödemesine rağmen hep edepli…

Benim yaşamımdaki Edip Akbayram

1970’ler ikinci yarısı…

Çorum’daki konağın arka bahçesinde, kapağı kırık teypte döne döne üç kaset dinliyorum: Cem Karaca, Selda Bağcan ve Edip Akbayram…

En çok sevdiğim türkü, “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz.” Sözlerini hiç anlamıyorum; ama kimi zaman tahta kaşıkla, kimi zaman tenekelerden yaptığım bateri ile çalıp eşlik ediyorum türküye...

İlk politik dayağımı ortaokulda bu kasetten dinleyip ezberlediğim “Aldırma Gönül” türküsünü söylediğim için yiyorum…

Sonra, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve üç kasetin toprağa gömülmesi…

Albert Camus’nun dediği gibi, “can çekişilmeyen hiçbir sabah, hapislere düşülmeyen hiçbir akşam ve korkunç katliamların yaşanmadığı hiçbir öğle vakti yoktu...”

Siyah beyaz televizyonda üç sanatçı hakkında nefretle neler söyleniyor neler…

Kirlilik bulaşmayan hiçbir şeyin kalmadığı dönem... Oysa:

Andre Malraux’nun dediği gibi, o çocuk saflığımızla “devrimi, hayata bir şans vermek için yapacaktık...”

Heyhat. Bazı insanların saygınlığı ne çabuk yıkıldı ne çabuk teslim oldular onca kötülüğe… Ümitsizliğe kapılan kibirliler ve bilgisizler hemen diz çökmez mi?

Sayısı az olsa da vazgeçmeyenler vardı; Edip Akbayram gibi…

O biliyordu ki; ruhları iyileştiren, iyiliğe dokunan sadece sanatçılardır.

Slavoj Zizek’in kitabının ismi gibiydi duruşu; “Adını söylemeye cesaret eden bir sol.”

İnsanın kendi olmaya cüret etmesi yürek ister.

Acı çekme korkusuna, tahammül edilmesi zor yalnızlığa, işsizliğe, yok oluş tehlikesine karşı Edip Akbayram zalimliğe boyun eğmedi.

Erdemi sürdürmekte yiğit-cesur ve inatçı oldu…

Düş kırıklığından doğan hüznün acısını hep içinde tuttu. Ve yorulmaksızın haykırdı:

Güzel günler göreceğiz çocuklar…

SON DAKİKA HABERLERİ

Soner Yalçın Diğer Yazıları