Kriminalize edilen iç cephe
Kuşkusuz hiç yeni değil:
FETÖ kumpaslarını yaşadık...
Bu “bulaşıcı virüs” iktidara bulaştı.
Ve iktidar bu çatışmalı siyasetin kendine seçim kazandırdığını gördükçe, bu yöntemi politik araç haline getirdi.
Ceza yasalarının gölgesinde siyaset yapmaktan bahsediyorum!
Maalesef… Cezalandırıcı tertibat, bugün yine siyaset üzerinde tayin edici bir etkiye kavuşmuş görünüyor. Oysa:
Erdoğan son dönemde ısrarla, başta muhalefet olmak üzere herkesi ana dava konusunda birleştirici “iç cephe” vurgusunu yaptı/yapıyor. Doğrudur.
Mustafa Kemal Nutuk’ta ne dedi:
“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlup olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir...”
Ancak bugün iktidar çevresi neden iç cephede çatlak yaratacak, birliği yıpratacak tavırlar içinde?
Sandık başarısı için iç cepheyi çökertmeye gerek var mı? Ülkemizde son dönemde nedir bu yaşananlar:
Cezai kavramlar ile siyasi kavramları ve kriminal şiddet ile siyasal şiddeti birbirinden ayıran eşik çok belirsizleşti/müphem oldu! Ki bu giderek kronikleşiyor…
Ceza ‘üreten’ politika anlayışı
Gündem hep aynı:
Gözaltı, tutuklama, disiplin, kontrol, tecrit, kapatma, ıslah, dışlama vs. vs…
En son teğmenlerin ihracında da yaşadık:
Meşru bir söz söylediğinizi (veya gazetecilik gibi meşru bir eylem yaptığınızı) düşünürken, bir bakıyorsunuz ceza ile karşılaşmışsınız!
Yargı görevlileri sanki kamu düzenini korumakla değil, siyasal düzene rıza sağlamakla, toplumu aynılaştırmak ile görevli… Böylece:
Ceza maddeleri ile hayat arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor; insanlar çok kolay yargının konusu haline geliveriyor. Eleştirel düşünce yok ediliyor. Öyle ki:
Pek dikkat çekmeyen, unutulmuş, örtülü ceza maddeleri bile bulunup, genelleştirilip hayata geçiriliyor: Düşman ceza hukuku. Yani suçlu yok, düşman var sanki!
Daha kafa karıştırıcı olan; söz, yazı, eylem iktidarın siyasi konjonktürüne göre esnetiliyor. “Sayın Öcalan” hitabı gibi! Kimi zaman suç, kimi zaman değil…
Evet, son yıllarda siyaset ile suç arasındaki eşik mütemadiyen ihlâl ediliyor. Suçun siyasetten, siyasetin suçtan ayırt edilemediği dönemden geçiyoruz yine…
Benzer konular/eylemler üzerinde bile ayrım yapılıyor; “Bizden” ve “Öteki” olan tarafa yönelik ceza tayinini siyaset belirliyor. “İBB bilirkişisinin” tam ismini açıkça yazıp yazmamak konusu gibi!
Bu tür hukuki çelişkiler toplumda düş kırıklığına sebep oluyor. Kurumlara olan inanç azalıyor.
Daha kötüsü; suç ve ceza siyaseti gündelik politikanın tansiyonunu sürekli artırarak iç cepheyi güçsüzleştiriyor.
Şunun da altını çizmeliyim:
Cezayı “silah” olarak kullanan bu rejimin ana sorumlusu iktidardır. Ancak:
Muhalefetin kamu görevlilerini/yargı insanlarını hedef yapması da doğru değildir. Adalet sistemine yönelik politik eleştiriler kişiselleştirilemez. Bu yanlış stratejidir; hedefinde cezai olanı, siyasal eleştiriye açmak esas olmalıdır. Muhalefetin tek muhatabı, siyasi iktidardır, yargı kurumları ve yargı insanları değil.
Tartışmayı siyasi zemin üzerinde yürütmelidir.
Gasp edilen siyaset
Peki, cezalandırılması gereken gerçek suç failleri ne yapıyor: Siyaset ile ortaklık!
Stanley Cohen (1942-2013) ...
London School of Economics/LSE üniversitesinde sosyoloji profesörü idi. İnsan hakları ihlalleriyle ilgili çalışmalarda bulundu. Örneğin, İsrail’de hapis cezalarını araştırdı.
Prof. Cohen’in LSE’de verdiği dersin adı ilginçti:
- “Suç ve Siyaset: Aradaki Farkı Bulun.”
Öğrencileri “farkı” buldu mu bilmiyorum.
Bugün (hele ülkemizde) suç ile siyaset arasındaki farkı değil de bu ilişkinin nasıl arttığını üniversitelerde ders olarak verebilir miyiz? İmkansız.
Neyse, şunu vurgulamak istiyorum; siyaset ile suç ayırt edilemez hâle geldi. Ki:
Sadece iktidarı ima etmiyorum, yerel yönetimleri göz ardı etmemek gerek. Suç bir virüs gibi merkezi ve yerel iktidarları kuşatmış durumda… Bu tehlikenin iç cepheyi sarstığı üzerinde pek durulmuyor. Durulsa bile siyasi kapışma üzerinden ele alınıyor; “bizim değil, senin partin hırsız!”
Suçun sinsice sızdığı, politikayı artık gasbettiği görülmek istenmiyor. Herkes saptanan-ortaya çıkarılan suçu rakibine atıyor. Siyasetin kaderi neyse yurttaşın kaderi de o oluyor: Yozlaşma.
Suçla her türlü ortaklık, siyasetin ve toplumun çürümesidir. Devletin sönümlenmesine yol açar. İtibarıyla iç cepheyi paramparça eder.
Kimse kendini kandırmasın:
“Gerçek kabul edilen yalan, her zaman en tehlikeli olandır” dedi Dostoyevski…
İç cephe lafla kurulmaz, tehlikenin farkında olunuz. Bu ülke hepimizin…