Ankara’nın taşına bak…
Ben gazeteciliğe Ankara’da başladım...
O zamanların Ankara’sında gazeteci olmak hem keyifli hem de gurur vericiydi...
- Henüz medyalaşma süreci başlamamıştı
İstanbul maceram ise 1982 yılında başladı... Türkiye’nin en çalkantılı döneminde, gazeteciler arasında “suyun başı” olarak tanımlanan İstanbul’da çalışmak çok genç bir “taşralı gazeteci” için hiç de kolay değildi...
Daha ilk günlerde, yıllar yılı öğrendiğim gazeteciliğin epey dışında, yeni ve sarsıcı deneyimler edindiğimi çok iyi anımsıyorum... O yıllar, müthiş bir cenderenin içinde çırpınan, en olmadık baskılarla boğuşan basının magazini keşfettiği yıllardı... Hürriyet Gazetesi’nin o meşhur sürmanşeti 20 yıl sonra bile dün gibi gözümün önünde.
- JR’ı kim vurdu?
Ama o yıllar, kalemini kırmaya dünden gönüllü birkaç “gazeteci” dışında yine de bir meslek ve onur mücadelesi olarak tarihe geçti... Defalarca kapatılan gazeteler...
Mahkemelerde sürünen hapishanelere giren gazeteciler bunun kanıtıydı...
Medyalaşma yılları
Turgut Özal’ın iktidarı ele geçirdiği 1983 seçimleri ise basının giderek medya haline dönüşmesinin ve saygınlık bareminin dibe vurmasının başlangıcı olarak tarihe geçti!.. 80’li yılların ikinci yarısı aynı zamanda bir kısım sermayenin Özal’ın direktifleri doğrultusunda basın dünyasına cepheden taarruza geçtiği yıllardı! Özal’ın şu sözleri nasıl unutulabilir:
- İki buçuk gazete kalacak!
Aynen öyle oldu, ama 90’larda! 80’li yıllar her şeye karşın gazeteciliğin önde olduğu, tetikçiliğin, iş bitiriciliğin, iş takipçiliğinin, köşk yazarlığının ayıp sayıldığı yıllardı...
Cerahat 90’lı yıllarda patladı! Basın medyalaştı... Krediler ve teşviklerle zenginleşen medya kartelleşti. Her alana el atmaya başladı. Sevgili Mustafa Balbay’ın şu cümlesi aslında her şeyi anlatıyordu:
- Bir zamanlar dördüncü güç olan medya, giderek birilerinin elinde güç haline geldi!..”
Şerefli gazeteciler hep var oldu!
Doğal olarak, böyle medyaya aynı kıratta yöneticiler gerekiyordu...
Patronunun her türlü karını gözetecek, gerektiğinde iş takibi yapacak, her iktidara gelenle içli dışlı olmayı becerebilecek, böylelikle ekonomik girdilerde kesinti olmamasını sağlayacak çapta yöneticiler...
- Onlar da bulundu!
Ve inanılmaz bir kirli bilgi ve manipülasyon dönemi açıldı!.. Öyle ki; bu sürecin sonunda insanlar verilen haberi değil, o haberin niçin, hangi menfaatler ya da şantajlar için kullanıldığını sorgulamaya başladı!
90’lı yıllar gerçekten medyanın en utanılacak ve saygınlığının en dibe vurduğu dönem olarak tarihe geçti...
Şerefli gazeteciler…
Şimdi ben bu yazıyı niçin yazdım?..
Öncelikle dün şerefli bir gazetecinin suikastla aramızdan koparılıp alındığı, sonsuzluğa karıştığı 24 0cak 1993’ün 32’nci yıl dönümüydü…Ve bugün 90’lı yılları bile “rahmetle” anıyoruz da ondan!
Medyalaşmış sektörün en az yüzde 85-90’ının iktidarın kontrolünde olduğu, dik duran, yurtsever kalemlerin en aşağılık saldırılara maruz kaldığı, toplama kamplarına tıkıldığı, kiralık, adına gazete demeye utandığım kağıt parçaları tarafından düpedüz hedef gösterildiği kara, kapkara bir dönem yaşıyoruz… Adına da alay eder gibi “İleri Demokrasi” diyorlar... böyle bir düzeni içeren slogan ise şu:
- Yeni Türkiye!
Uzun yıllar öncesinden bir “gazetecilik” özeleştirisi... 1970’lerden bugünlere her meslekte olduğu gibi bizim mesleğin de nasıl çürüdüğüne, nasıl köleleştiğine, adına “gazeteci” denilen mahlukatın nasıl bir avuç kaldığına, geri kalanının nasıl “hamam böceğine” dönüştüğüne dair bir iç döküş...
Ne derseniz deyin yine de bu ülkeyi omuzlayanlar arasında şerefli, haysiyetli gazetecilerin çok yaşamsal önemi olduğu da bir başka gerçek!.. Bir İlhan Selçuk, bir Uğur Mumcu, bir Abdi İpekçi, bir Hasan Pulur, bir Bekir Coşkun bir Deniz Som nasıl unutulabilir Bir Emin Çölaşan, bir Melih Aşık, bir Necati Doğru ve daha niceleri nasıl göz ardı edilebilir... Onurlu gazeteciler en ağır dönemlerde dahi kalemlerini kırmadı, satmadı... En baskıcı iktidarların bile önünde eğilmedi... Halkına bile dalkavukluk yapmadı...
- Onlar Cumhuriyetin temel direkleridir...
Yazının başlığı Sevgili Uğur Mumcu’nun çok sevdiği türkünün adı; sonsuzluğa uğurlanırken yüzbinler yağmur altında bu türküyü söylemişlerdi… Bu yazıyı da ona ithaf ediyorum:
- Işıklar içinde uyusun…