TAHSİN DOĞAN/NEFES

Osmanlı Devleti 23 Temmuz 1908’te ikinci kez Meşrutiyet ilan etti ama Mustafa Kemal’e göre salt bununla özlenen inkılap gerçekleştirilemezdi. İttihat Terakki yöneticileri bu eleştirilerden tedirgin olunca O’nu Selanik’ten uzaklaştırmak için Trablusgarp’a (bugünkü Libya) gönderdi. Daha sonra Avusturya’nın kendi topraklarına kattığı Bosna’daki durumu incelemekle görevlendirildi. Ardından 31 Mart ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilen Mahmut Şevket Paşa komutasındaki Hareket Ordusu’nda kurmay başkanı olarak yer aldı. İstanbul’a vardıklarında olayın irtica kokan bir tertip hareketi olduğunu sezerek not defterine, “Sarık saran hafiyelerin din perdesi altındaki yaptıkları menfaatten başka bir şey değildir” diye yazdı.

Trablus’a iki kez gönderildi göz ve kolundan yaralandı - Resim : 1

FRANSIZ ORDUSUNU YERİNDE İNCELEDİ

Mustafa Kemal, Selanik’e döndükten sonra Trablusgarp delegesi olarak İttihat Terakki’nin 22 Eylül 1909’da toplanan kongresine katıldı.

Burada “Ordu ile Cemiyeti ayıralım” dedi. Ancak önerisi tepkiyle karşılandı. Selanik’teki 3. Ordu kurmaylığına atanan Mustafa Kemal, İttihat Terakki ile ilişkisini keserek ordunun eğitimi sorununa ağırlık verdi. 1910 yazında Fransız ordusunun Picardie’de yapacağı tatbikatı izlemeye gitti. İsviçre, Belçika ve Hollanda’yı gezdi.

Fransız ordusunun hazırlıklarını yakından izleyince “Bu kadar hazırlık barış için yapılmaz. Çıkacak harp bütün dünyayı ateşe atabilir ve biz bunun dışında kalamayız” değerlendirmesini yaptı.

Fransa’dan döndükten sonra 15 Ocak 1911’de 5. Kolordu karargâhına atandı, arkasından İstanbul’a Genelkurmay karargâhına alındı (13 Eylül). Genel Kurmay 1. Şubeye memur edildi.

Trablus’a iki kez gönderildi göz ve kolundan yaralandı - Resim : 2

ÇANAKKALE’YE İLK 1913’TE GİTTİ

İtalyanlar 1911’de Trablusgarp’a saldırınca Mısır üzerinden Derne’ye gitti. 27 Kasım 1911’de kolağalığından binbaşılığa terfi ettirildi. Derne cephesindeki kuvvetlerin Doğu kolu komu-tanlığı verildi. Bir süre sonra sağlığı bozuldu, bir şarapnel parçası nedeniyle gözünden rahatsızlandı. Bir taarruz sırasında sağ kolundan yaralandı. 15 Ekim 1912’de imzalanan Uşi antlaşmasıyla Trablusgarp İtalyanlara bırakılınca 24 Ekim’de Derne’den ayrıldı ama göz rahatsızlığı geçmediği için Viyana’ya gitti.

Trablus’a iki kez gönderildi göz ve kolundan yaralandı - Resim : 3

Mustafa Kemal, Balkan Savaşı’nın Osmanlılar için bir bozguna dönüştüğü ve Edirne’nin Bulgar, Selanik’in Yunan işgaline uğradığı ortamda, kasım ayında başkente dönmüştü. Üstelik geride bıraktığı annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule göç yollarına düşmüştü. İstanbul’a döndüğünde Bolayır’daki Akdeniz (Çanakkale) Boğazı Kuvâyi Mürettebesi harekat şubesi müdürlüğüne atandı. Enver Bey’in yönettiği Babıâli Baskını ile (23 Ocak 1913) bir hükümet darbesi yapılmasına karşı çıkınca İstanbul’dan uzaklaştırılmak istendi. Kendisine önerilen Sofya ataşemiliterliğini kabul etti (27 Ekim 1913). 1 Mart 1914’te yarbaylığa terfi etti. Birinci Dünya Savaşı başladığında etkin görev istedi. 20 Ocak 1915’te yeni oluşturulacak 19. Tümen komutanlığına atandı. O da aynı gün Tekirdağ’a geldi.

Trablus’a iki kez gönderildi göz ve kolundan yaralandı - Resim : 4

Zübeyde Hanım için türbe istemedi

Atatürk’ün hasta olduğu 1938’de dönemin İzmir Belediye Başkanı Behçet Uz, Zübeyde Hanım için bir anıt-mezar yaptırmak istedi. Hazırlattığı projeyi hasta yatağında ziyaret ettiği Atatürk’e gösterdi. Ulu Önder projeyi süslü ve masraflı buldu. Mezarın başına sadece ağır bir taş parçası konmasını ve üstüne “Atatürk’ün anası Zübeyde burada gömülüdür. Ölümü: 1923” yazdırılmasını; Zübeyde Hanım çocukları çok sevdiği için de etrafının bir çocuk parkı ile süslenmesini istedi. Mezarın çevresi, Atatürk’ün ölümünden sonra, son arzusu doğrultusunda düzenlendi.

Annem, saltanatın kurbanı olmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, savaşlar nedeniyle birlikte fazla zaman geçiremediği annesi Zübeyde Hanım’ı 14 Ocak 1923’te kaybetti. 1857’de doğan Zübeyde Hanım 66 yaşında hayata gözlerini İzmir’de yumdu. Devlet işleri nedeniyle cenazeye katılamayan Mustafa Kemal, 27 Ocak 1923’te annesinin Karşıyaka’daki mezarını ziyaret etti. Üzüntü içinde, gözleri dolu dolu olan Atatürk’ün dilinden şu sözler döküldü: “Zavallı annem bütün millet için ülkü olan İzmir’in kutsal topraklarına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaratılışın en doğal bir kanunudur. Fakat burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın, koca milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi saltanatın kurbanı olmuştur. Bunu açıklamak için acı hayatının belli birkaç noktasını sunayım.

ZİNDANA ATILDIM

Abdülhamit devrinde mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıktığım sırada siyasetle uğraşmak suçu ile beni tutukladılar, zindana attılar. O sırada annem Selanik’teydi. Aylarca süren bu zindan hayatından kendisini haberdar edememiştim. Fakat her nasılsa haber almış, İstanbul’a gelmişti. Ama kendisiyle ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları ikametgahımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi engellenen annem göz yaşlarıyla Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu. Sürgünde geçirdiğim yıllar benden çok ona ıstırap vermişti.

‘HEP BASKI GÖRDÜ’

“Başka bir nokta daha: Anadolu’ya geçtiğim zaman annemi İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Yanımda bir adamım vardı. Bunu Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman annem onun yalnız geldiğini öğrenince, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve felç geçirmişti. Ondan sonra bütün mücadele seneleri, onun hayatını acı, üzüntü içinde geçirtmişti.

Annem, padişah ve onun hükümetinin, bütün düşmanların baskısı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgahı bin türlü bahanelerle ve nedenlerle basılır ve araştırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senelik bütün gece ve gündüzlerini göz yaşları içinde geçirdi. Bu göz yaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonunda çok yakın zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim.

Ona kavuşabildim ki, o artık maddi olarak ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu.”