Söze başlarken meşin yuvarlağın peşindeki bu garip hikâyenin özetiyle başlayayım: Dokuz maçta alınan yedi puan, adı sanı büyük Fenerbahçe’ye yakışmayan bir tablo. Futbolun adalet terazisinde bu kadar cılız bir kefeye “başarı” denemez. Hele ki, Alkmaar’da yenen tokat ve Twente karşısında kaçırılan üç puan, Fenerbahçe’nin sırtına saklanması zor bir kambur eklemiş durumda.
Turun Midtjylland deplasmanına kalması ise, Jose Mourinho’nun CV’sine hiç yakışmadı. Koca Mourinho, Türk kahvesinin köpüğüne daldırılmış, fincanın dibinde acı bir tortu olarak kalmış gibi. Avrupa’nın en kudretli teknik adamlarından biri olan, omzunda kazandığı üç Avrupa kupasının nişanını taşıyan Jose Mourinho için, işin Midtjylland deplasmanına kalması, biraz “ustanın çıraklık yılları” gibi bir görüntü çiziyor.
Lyon karşısında sahaya çıkan Fenerbahçe’nin iki yüzü vardı; birisi ilk yarıda efor ve disiplinle ışıldayan bir çehre, diğeri ise ikinci yarıda yorgunluğun pençesine düşen, tempoyu kaybeden bir siluet… On eksikle sahaya çıkan bir takımın nefesinin erken tükenmesi anlaşılır, ama Lyon gibi teslim bayrağını çekmiş bir rakip karşısında bir tutam daha tempo koyabilse, sarı-lacivertliler galibiyeti cebine koyup çıkardı.
Yine de, hakkını yememek gerek; sezonun belki de ilk kez bu kadar akıllı oynayan bir Fenerbahçe’si vardı sahada. Oyuncular, disiplinin kitabını yazmış gibiydi. Toplu halde hücum, toplu halde savunma… Sezon başından bu yana taraftarın dilinde dönen “Bu takım ne oynuyor?” sorusu, Lyon maçında biraz olsun susmuş gibi. Nihayet, sahada ne yapmaya çalıştığını bilen bir takım vardı.
Lyon’un sahadaki oyuncuları, her ne kadar boşvermiş bir haleti ruhiye ile dolaşsalar da, kalite olarak Fenerbahçe’nin bir adım önündeydiler. Bu fizik üstünlüğe rağmen kale önünde büyük tehlike yaratmamış olmaları, Mourinho’nun yeni üçlü savunma düzeni adına bir başarıydı. Ancak bu başarının tek başına Avrupa’da zaferler getirmesini beklemek, çölde bir serabı gerçek sanmak olur.
Savunmaya yapılan transferlerle bu sistemin daha da güçleneceği aşikâr. Ancak hücum tarafı, yalnızca Talisca gibi bir isimle şenlenmez. Hele hele Saint-Maximin, Cengiz Ünder ve İrfan Can Kahveci’nin bu performansı ortadayken… Kanat organizasyonları konusunda takıma bir nefes, yeni bir enerji şart. Aksi takdirde, Fenerbahçe’nin hücum oyunları bir zamanların Türk sinemasındaki melodramlar gibi, bol gözyaşı ve az sonuçla biter.
Velhasıl, bu maç bize iki şeyi öğretti: Birincisi, Fenerbahçe’nin hâlâ umut vaat eden bir yanı var; bir kıvılcım, bir ateşlenme potansiyeli. İkincisi ise, bu kıvılcımın yangına dönüşmesi için, çok daha fazla emek, vizyon ve cesaret gerektiği.
Lyon karşısında sahada umut veren bir Fenerbahçe vardı, evet. Ancak umut dediğin şey, yalnız başına hiçbir zaman yetmez. Mourinho’nun bu takıma kazandıracağı düzen, disiplin ve transfer hamleleriyle, Fenerbahçe’nin Avrupa piyesinde yeniden başrol oynaması mümkün.
Ama şimdilik, bu piyesin ilk perdesinde ışıklar biraz sönük… Geriye ne mi kalıyor? Tribünlerin bitmek bilmeyen duası ve Mourinho’nun sihirbaz şapkası. Bakalım, bu hikâye nasıl bir finale bağlanacak…