Fenerbahçelilere, bu sezonun en rahat uykusunu armağan eden gece geride kaldı. Zihnimize kazınan Avrupa kabusları, gece yarısı ter içinde uyandıran savunma gafletleri, son düdüğe kadar eksilmeyen endişeler…
Hepsi, Anderlecht karşısında sahada izlediğimiz takımın vakur duruşuyla bir süreliğine de olsa hafızalardan silindi. Kadıköy’ün ışıkları altında, Fenerbahçe sahaya bir Avrupa takımı gibi çıktı; tereddütsüz, güven veren, bileğini bükmek için rakibin olağanüstü bir şeyler yapmasını gerektiren bir kimlikle...
Sezon başından beri iki farkla öne geçtiği her maçta bile taraftarını diken üstünde oturtan takım, bu kez çelikten bir güvenle sahadaydı. Rakibini boğarak, nefes almasına dahi izin vermeyerek… Stattan yükselen öz güven dalgası, televizyon ekranlarından fırlayıp evlere sızdı; koltuklarda gerilen sırtlar gevşedi, kaşlar çatılmaktan kurtuldu.
♦♦♦♦♦
Gecenin yıldızları mı? 19 yaşında bir delikanlı; Yusuf Akçiçek... Henüz sakalına ak düşmemiş bir çocuk ama yüreği taş gibi... Bir de 'kurtulalım' denilen Filip Kostic; kaderin cilvesi işte, bu gece kaç Fenerbahçelinin dilinden 'iyi ki göndermemişiz' sözü döküldü kim bilir? Kalede ise İrfan Can Eğribayat; koca bir kaleyi eldivenleriyle kucakladı. Onların yanında Fred, Szymanski ve Skriniar... Kimi topla dans etti, kimi topu rakibe mezar etti. Bir orkestra gibi çaldılar, her nota yerli yerinde, her ritim kusursuz...
Ve en büyük maestro… Jose Mourinho! Onu eleştirenler vardı, sahadaki kumarı fazla seven, tercihlerinde inatçı bulanlar… Ama sonuçları konuşan adamlar tarih yazar. Son 13 maçta 10 galibiyet, 3 beraberlik... Son üç maçta rakipler bir damla bile umut içemedi. Bu takım Mourinho’nun ellerinde biçim değiştiriyor, daha ağır, daha kudretli bir şeye dönüşüyor.
♦♦♦♦♦
Ama bu maç yalnızca bir zaferden ibaret değildi. Galatasaray derbisine giderken Fenerbahçe’ye bir miras, bir öz güven bıraktı. Şimdi önlerinde Kasımpaşa ve Anderlecht deplasmanı var ama bu rahatlık rehavete dönüşmemeli. Çünkü futbol, rehavetin soğuk nefesini ensemizde hissettiğimiz an bize tokadını en sert şekilde vurur. Unutulmamalı ki, derbinin favorisi olmaz, derbiler yüreği en sağlam olanın zaferine yazgılıdır.
♦♦♦♦♦
Ama asıl üzerinde durulması gereken bir başka mesele var. Galatasaray, AZ Alkmaar karşısında futbol tarihine trajik bir dipnot bıraktı: 4-1. Bu skor, Avrupa’da Türk futbolunun geldiği noktanın matematiksel ifadesidir. Galatasaray, AZ Alkmaar’dan şamar yedi, Fenerbahçeliler ise Anderlecht karşısında nasıl bir felaketle karşılaşırız korkusunu maç öncesi iliklerinde hissetti. İşte bizim Avrupa’daki yeni normallerimiz.
Fenerbahçe ve Galatasaray, yaklaşık 300 milyon Euro’luk kadrolarla Süper Lig’de fırtınalar estiriyor ama Avrupa’da ufacık bir rüzgarda savruluyor. Bunu yalnızca onlara mı fatura edeceğiz? Süper Lig’in içine düştüğü bataklığa bakın.
Bugün Anadolu kulüpleri, ‘iki takımlı lig’ isyanı içinde. Ama dönüp de aynaya bakan var mı? Peki, bu işin sorumlusu sadece Fenerbahçe ve Galatasaray mı? Kulüplerin içini boşaltan yöneticiler, sırf siyasete yakın olduğu için koltuk sahibi yapılan liyakatsiz başkanlar, bir ayda üç teknik direktör değiştiren kulüpler, onlar hiç mi suçlu değil?
♦♦♦♦♦
Suç sadece Fenerbahçe ve Galatasaray’da mı? Dinamo Kiev, savaştan çıkmış halde Galatasaray'a kök söktürüyor. Kuzey Avrupa’nın düşük bütçeli takımları Fenerbahçe'yi köşeye sıkıştırıyor. Peki Anadolu kulüpleri neden onlarla boy ölçüşemiyor?
Anadolu kulüpleri, vasıfsız ellerde, liyakatsiz zihinlerde yok olup gidiyor. Kulüp başkanı olmak için en büyük yetenek, devlete yakın olmak mı oldu? Futbolu yönetmek, futbolu bilmemekle mi eş değer haline geldi?
♦♦♦♦♦
Bir zamanlar İlhan Cavcav’lar, Celal Doğan’lar, Bekir Çınar’lar vardı. Anadolu’nun futbol ateşini yakan insanlar... Şimdi onların yerinde, futboldan çok rant kovalayan figürler var. Kimse gerçekleri konuşmuyor, kimse ‘Biz nerede hata yaptık?’ diye düşünmüyor.
Ve en kötüsü, çözüm için yine siyasete el açılıyor. Yahu zaten futbolun bu hale gelmesi siyasetin marifeti, sen daha neyin müdahalesini istiyorsun? Futbolu siyasetle iç içe geçirip sonra ‘Devlet kurtarsın’ demek, kurda kuzuyu emanet etmeye benzemiyor mu? Son 10 yılda hangi alana bürokrasinin eli değip de bereket getirdi ki, futbolu kurtarsın?
Asıl yapılması gereken, aynaya bakmak. ‘İki takımlı lig’ masalını anlatmak yerine, o iki takım seviyesine neden çıkılamadığını sormak. Ve en önemlisi, gerçek bir futbol kültürü inşa etmek. Çünkü futbol, sadece sahada oynanan bir oyun değil; bir akıl, bir vizyon, bir ideoloji işidir. Bunlar olmadan Avrupa’da başarıyı beklemek, kurumuş topraktan çiçek ummaktır.
♦♦♦♦♦
Sorun belli, çözüm de ortada: Futbolu futbola emanet etmek! Ama bu, basiretsiz yöneticilerin işine gelmiyor.
Çünkü o zaman hesap vermeleri gerekir. O yüzden devlete seslenmeye devam ediyorlar. Oysa Türk futbolunun tek kurtuluşu, bu kısır döngüyü kırıp, futbola gerçekten liyakatli ellerin dokunmasını sağlamak.
Ama bunu kim yapacak? Hangi cesur adam, hangi vicdanlı yönetici bu enkazın altına elini sokacak?
İşte asıl sorulması gereken soru bu.