Futbol, bazen yokuş yukarı sürülen bir arabadır. Ne kadar gazlasan da, tekerlekler bazen boşa döner. Hele ki, büyükler arenasında bir derbinin tozu hala havada savruluyorsa, ardından gelen hafta, ya silkelenme ya da çamura batma haftasıdır.
Galatasaray, geçtiğimiz haftaların dalgalı sularında dümen tutmayı beceremedi, Kasımpaşa'ya takıldı, iki puanı cebinden düşürdü. Fenerbahçe ise rakibinin kaybını şampiyonluk maratonuna doping niyetine çekti ve Antalyaspor'u daha maçın ilk yarısında sedyelik etti.
Ama bu galibiyeti değerli kılan, puan farkının dörde düşmesinden ziyade, Mourinho’nun askerlerinin şampiyonluk mantalitesine bürünmüş olmasıydı.
♦♦♦♦♦
Galatasaray, son haftalarda sergilediği kararsız oyunun, bu kez tokat gibi geri dönmeyeceğini umuyordu. Ama futbol, bir gram affetmez; en ufak rehavetin bedelini bazen tek bir top kaybıyla, bazen de kaybedilen iki puanla ödetir. Galatasaray, bu fırsatı harcayarak, potansiyel bir şampiyonluk akşamının coşkusunu, buruk bir geceye çevirdi.
Ve sonra Fenerbahçe sahneye çıktı. Rakibinin tökezlediğini gören Fenerbahçe, Antalyaspor'u ilk 30 dakikada yere serdi. Bu galibiyet, bir matematiksel hesap meselesinden öte, şampiyonluk kodlarına işlenmiş bir mesajdı. Sarı lacivertliler, sezonun en başında açtıkları deftere, altın harflerle yazmaya devam ediyor: "Biz buradayız!"
♦♦♦♦♦
Milan Skriniar, Fenerbahçe savunmasının kalbine yerleştirilmiş bir kaya gibi. Rakip hücumcular, ona çarptığında ya geri savruluyor ya da ne yapacağını şaşırıyor. Savunmanın göbeğinde bir kaya gibi duran Skriniar, Fenerbahçe’nin bu dönüşümündeki en büyük figürlerden biri.
Mourinho’nun ilk zamanlarda defansta kaybolan yap-boz parçalarını, Skriniar adeta bir usta saatçi gibi yerine yerleştirdi. Onun gelişiyle, Fenerbahçe savunması sadece bir duvar değil, bir kale haline dönüştü.
Futbol sadece doğru pas vermek, topu uzaklaştırmak değildir. Futbol, bazen gözlerinin içindeki ateştir. Skriniar’da o ateş var. Sadece rakip hücumcuları değil, Fenerbahçe’nin kendi korkularını da savunuyor.
Fenerbahçe’de taşlar yerine oturdukça, kadim Roma lejyonerleri gibi takım bütünlüğü de kuvvetlendi. Sezonun başında "Acaba bitti mi?" diye tartışılan Fred, orta sahada temposuyla bir şantiyeyi tek başına çalıştıran işçi gibi.
Szymanski, attığı gollerden çok koşularıyla, presiyle ve takıma verdiği enerjiyle anılmaya başlandı. Gol atmaması bile mesele değil; çünkü onun emeği, tabelaya bakmadan takdir edilmesi gereken bir sanat eseri gibi.
♦♦♦♦♦
Ve sonra, zamanın önünde diz çökmeyen bir savaşçı var: Edin Dzeko. Yaş takvimde ilerlese de, yüreği hala sahada genç bir delikanlı gibi atıyor.
Oğuz Aydın’ın cesareti, Filip Kostic’in sol kanadı bir yarış pistine çevirmesi, 'kaskal' denilen En Nesyri’nin gol makinesine dönüşmesi... Üç ay önce lime lime edilen bu adamların bugün gökyüzüne yükselmesi, Jose Mourinho gibi bir ustayı üç ayda harcamaya kalkmanın ne büyük bir aymazlık olduğunu gözler önüne seriyor.
♦♦♦♦♦
Ama ne gariptir ki, futbolun bu topraklarda bir sabır sanatı olduğu unutulur. Şimdi önümüzde 11 maçlık bir yol var. Fark dört puana düştü. Bu lig, geçmişte nice favorileri devirdi, nice kayıplardan yeni şampiyonlar doğurdu.
Daha üç ay önce, "bu takım olmaz" diyenler, şimdi Mourinho’yu göklere çıkarıyor. Peki, ya sezon sonunda Fenerbahçe şampiyon olamazsa? O zaman da kapının önüne mi koyulacak?
Eğer bu futbol ülkesinde gerçekten bir akıl devrimi yaşanacaksa, bu adamın hikayesi sonuna kadar izlenmeli. Çünkü bazen futbol, şampiyonluk kupasını kaldırmakla değil, bir karakter inşa etmekle ilgilidir.
♦♦♦♦♦
Fenerbahçe, Mourinho gibi bir futbol dehasını bu ülkeye getirdiyse, ona arkasını dönüp yollamak, gece yarısı inşa edilen bir sarayı sabahında yıkmaya benzer.
Bu yolculukta, Mourinho ile yola devam etmek, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk futbolunun da en büyük kazancı olacaktır.
Bugün “olmaz” dediğiniz, yarın baş tacı olur. Tarih bunu hep böyle yazdı, yine böyle yazacak. Benden söylemesi.