Futbol bir matematik denklemi değildir, sevgili okurlar. Oynandığı toprakların ruhundan nasibini almış, kimi zaman bir hüzün destanı, kimi zaman bir zafer marşıdır. Ve işte dün akşam, Kadıköy’ün nemli havasında sahnelenen bu karşılaşma, futbol tanrılarının biz ölümlülere oynadığı bir oyunun daha epik bir örneğiydi.

Fenerbahçe, Avrupa’nın bitmek bilmez arenasında Lyon’a karşı verdiği mücadeleden, üzerine bin yıllık bir yorgunluk eklenmiş gibi çıktı Göztepe karşısına. Ama hayat, yorgunlara acımaz. Göztepe ise Anadolu’nun o nevi şahsına münhasır “delikanlı” takımlarından biri olarak dimdik duruyordu sahada. Öyle ya, gençlik dinamizminin sırtında taşıdığı o baş belası enerji, Fenerbahçe’nin dizlerinde buz kesmiş bir titremeye dönüşüyordu.

♦♦♦♦♦

İlk yarı Fenerbahçe için bir resital değil, matemdi. Fenerbahçe, sanki sahada yoksul bir halkın bayram sofrası gibiydi: eksik, dağınık ve sahipsiz. Amrabat savunma arasına inip top almaya kalkıştığında, sahada bir coğrafya dersi izliyorduk adeta. Fenerbahçe savunması ile hücum hattı arasında, Orta Asya steplerini andıran 30 metrelik bir boşluk, Fenerbahçe’yi yalnızlığa mahkum ediyordu.

Göztepe, bu yalnızlığı avantaja çevirdi. Tadic’in ayaklarına her top düştüğünde, Miroshi ve Dennis, aç birer avcı gibi üzerine çullanıyordu. Fenerbahçe’nin yüzde 70’lik topla oynama oranı, rakip ceza sahasında sadece dört kez görünmekle sonuçlanıyordu. Boş bir zenginlik, cepten taşan ama harcanamayan altın gibiydi.

♦♦♦♦♦

Burada küçük bir parantez açalım: Mourinho’nun orta saha ikilisine inatla bağlılığı, savunmayı üçlü kurma takıntısıyla birleştiğinde, organizasyon eksikliği çırılçıplak ortaya çıkıyor. Skriniar ve Diego Carlos transferleri tam da bu noktada devreye girmeli. Üçlü savunmayı hakkıyla oynamak istiyorsanız, arkanızda ayakları kanat gibi süzülen stoperler olmalı. Ancak bu iki ismin olmadığı bir senaryoda, Fenerbahçe’nin savunması, altı delik bir kayık gibi su alıyor.

İlk yarı sadece taktiksel bir çöküş değil, aynı zamanda ruhsuzluğun da aynasıydı. 50 bin kişinin doldurduğu tribünler, bir aslanın kükremesini beklerken bir kedinin mırıltısını dinliyordu. Göztepe, Fenerbahçe’nin temassız oyununu fırsata çevirdi. İlk yarıyı 15 faulle kapatan Göztepe’nin karşısında Fenerbahçe yalnızca dört faul yapabilmişti. Anadolu’nun yiğit evlatları, İstanbul’un devini kendi evinde sinmiş bir hale getirmişti.

♦♦♦♦♦

Ama futbolun ikinci yarıları, hayata yazılmış umut cümleleridir. Soyunma odasında neler konuşuldu, hangi duvarlar yumruklandı bilmiyoruz. Ancak sahaya çıkan Fenerbahçe, ilk yarının silik gölgesinden eser bırakmamıştı. Mourinho, dörtlü savunmaya dönerken, Szymanski’yi sol kanattan orta sahaya çekti. Ancak değişen sadece taktik değildi.

İkinci yarıda sahaya çıkan Fenerbahçe, yürekle oynuyor, savaş veriyor ve nihayet şampiyonluk hayallerine yakışır bir oyun sergiliyordu. Sanki sahaya bir çelik yumruk inmiş, oyuncuların damarlarına asırlık bir cesaret zerk edilmişti. İlk yarıdaki o "kadere boyun eğen" Fenerbahçe gitmiş, yerine "sahada kaderini yazan" bir takım gelmişti.

♦♦♦♦♦

Ve daha ikinci yarı başlamışken, gol perisi Kadıköy’ün sarı-lacivert tribünlerine üç altın gül bırakıverdi. İlki, Maximin’in bozuk bir topuyla En Nesyri’nin önüne düşen bir piyango biletiydi. İkincisi, En Nesyri’nin gökyüzüne selam çakarak kaydettiği muhteşem bir kafa golü. Üçüncüsü ise, genç Oğuz Aydın’ın çocukça cesaretiyle, fizik kurallarını hiçe sayarak attığı bir harikaydı.

Bu gollerin hepsi güzeldi, ama hiçbiri bir organizasyon ürünü değildi, üçü de kaderin cilvesiydi. Birinin altına "şans," diğerine "yetenek," sonuncusuna ise "ilham" yazabilirsiniz. Ama organizasyon? İşte onu yazacak bir kalem dün akşam sahada yoktu. Büyük takımları "büyük" yapan, o kritik anlarda soğukkanlı bir şekilde şablonlarını konuşturabilmeleridir. Fenerbahçe, belki dün gece bir destan yazdı, ama bu destanın eksik cümleleri olduğunu da unutmamalıyız.

♦♦♦♦♦

Sonuçta üç puan üç puandır, hele ki şampiyonluk yarışındaysanız. Ama unutulmamalı: Fenerbahçe’nin eksikleri, halının altına süpürülecek türden değil.

Kadıköy’ün sırtını yasladığı Fenerbahçe taraftarı, dün gece iki farklı takım izledi. İlki, "şampiyon olmak istemeyen takımın nasıl oynayacağını" gösterirken, diğeri, "şampiyonluğa giden yolda yürek nasıl sahaya konur" dersini verdi. Fakat bu yürek, o yolda her zaman yetmeyebilir. İlk yarının hayal kırıklığı, ikinci yarının coşkusu kadar net bir gerçekti. Şampiyonluğa giden yolda, bu kadar açık defolar, yolculuğu her an yarıda bırakabilir.

Ama işte bu da futbolun güzelliği... Bazen bir soyunma odasında yakılan bir kıvılcım, bir sezonun kaderini değiştirebilir. Kadıköy’ün semalarında şimdilik zafer şarkıları yükseliyor, ama bu şarkının son dizesini belirlemek, Mourinho’nun elinde.

Ve belki de futbol tanrılarının…