Aşağıdaki fotoğrafa iyi bakın!
Hatta akıllı telefonlarınızdan bulup video halini izleyin.
MS hastası bir mahkûm: Tayfun Kahraman.
Meriç Kahraman’ın eşi.
Minicik Vera’nın biricik babası.
Saatlerce bekletildiği mahkûm nakil aracının içi, Tayfun’un acısıyla dolmuş.
Camdan gelen ışık yüzündeki acı ifadeyi daha da büyütmüş.
Belli ki o yürüyen tabutta gereğinden fazla bekletilmiş, kelepçeler olması gerekenden çok daha fazla sıkıldığından bilekleri kan içinde...
Ben bu görüntü üzerine çok şey yazabilirim ama duygularımı Meriç Hanım’ın Fayn’da yazdığı kadar açık ifade edemem.
O nedenle sonda söyleyeceğimi en başta söyleyerek, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diyerek yazımın bu bölümünü Meriç Hanım’ın yazısından bir bölüme ayırıyorum:
“Sabır… Sebat… İnat…
Alışmamamız gereken bir anormalliğin ortasında, her gün, her saat haksızlığa uğramanın yakıcı hissiyle, bir adalet enkazı altında, Vera duymasın diye sakince attığım ve nerede yankılandığını bilmediğim, ‘Sesimi duyan var mı?’ çığlıkları.
Konuşuyorum, anlatıyorum, dertleşiyorum ve her yeni umuda yeniden sarılıp sonra tekrar daha büyük bir hayal kırıklığı ile başa döndüğümüz sarmalın ortasında çıkış arıyorum. Bir çıkış olduğunu biliyorum, çıkışa giden yolları, tünellerin sonundaki ışıkları görüyorum, kalp atışımı hızlandıran iyi ve kötü havadisleri yorumlamaya, bir haber ya da köşe yazısından ipucu yakalamaya çalışarak Türkiye’nin imalı, göndermeli siyasi iklimi içinde en basit olanı, hakkımız olan adaleti istiyorum. İhtimalleri tartıyorum, önümü görmeye, kızımızı hasarsız şekilde yetiştirmek için uğraşıyorum.
Masum bir tutuklunun eşi, babasını bir cam arkasından görüp ayrılırken ‘gitmek istemiyorum’ diye ağlayan bir kız çocuğunun annesi, ailesini tek başına geçindiren bir kadın ve çoğunlukla ‘bilmiyorum’ diye cevap vermek zorunda kaldığım ağır soruların muhatabıyım. Zihnimin, duygularımın ve dayanma gücümün sınırlarını yeniden keşfetmek ve genişletmek durumundayım. Geriye dönüp bakınca ‘nasıl atlattım ben bu çılgınlığı’ diye, ileriye bakınca ‘daha ne kadar sürecek bu işkence?’ dediğim, her adımı dikenli bir yolda yaralarımızın kabuk bağlamasına izin vermeyen bir hızda yol almaya çalışıyorum.
Oysa…
Basit hayallerimiz, sade hayatlarımız vardı. Biricik kızımızı “analı-babalı” büyütecektik. Vatana millete hayırlı olacaktık. Ülkesine faydalı insan olması, hak yemekten kaçınması öğütlenmiş, trafik cezası almaktan bile çekinen, hayatı boyunca silah görmemiş, hukuk dışında yol yöntem bilmemiş, olması gerektiği gibi insanlardık. Vera soruyor, cevap veremiyorum, ben de soruyorum: “Ne istediler bizden? Nerede bizim evimizin babası?”
Şimdi bekleyeceğiz, ne kadar bekleyeceğimizi bilmeden bekleyeceğiz. Ben tüm yorgunluğuma aldırmadan anlatacağım masumiyetimizi. Tüm gövdemle gireceğim ama o ciğeri de bu yolda bırakmayacağım. Kızımın bana ihtiyacı var, kızımın babasına ihtiyacı var ve benim ona sözüm var: Hepsi geçecek Vera, emin ol.”
Rönesans’a çalışıyormuşum!
Perşembe sabahına Emin Çölaşan’ın yazısının linkini içeren mesajlarla uyandım.
Emin Ağabey, ismini anmadan (anarsa reklam olur diye her halde) NEFES’in internet baskısındaki Rönesans ilanlarına dikkat çekerek, NEFES’in sahibinin Rönesans şirketi olduğunu yazmış.
“İddia etmiş” demiyorum, zira Emin Ağabey çok eminmiş gibi yazmış.
Bazı okuyucularımız, meslektaşlarımız ve arkadaşlarımız da gönderdikleri mesajlarda haliyle “bu haber doğru mu” diye soruyordu.
Mesajlar çok olunca gazetenin yöneticilerini arayıp sordum.
Rönesans ilanının 7 günlük bir reklam anlaşması olduğunu ve bugün biteceğini söylediler.
Bana gelen mesajlardan en ilginci bir müteahhittendi. Şöyle diyordu:
“İlan verince sahibi oluyorsak, gelecek hafta biz de ilan vermek istiyoruz. En azından namımız yürüsün.”
Kendisini aradım, karşılıklı gülüştük.
Laf arasında bana Rönesans’ın kamudan ballı ihaleler almasını en çok eleştiren, hatta zaman zaman “orantısızca” eleştiren gazetecinin ben olduğumu söyledi.
Haksız sayılmazdı.
Çünkü o şirket Cumhurbaşkanı’nın saraylarını (Beştepe, Okluk), Savunma Bakanlığı Kompleksini, Yargıtay Binasını, MİT binasını, İstanbul’daki pandemi hastanesini, son olarak da Ankara Adalet Sarayını yapma işini davet usulü ihalelerle almıştı. Mahkemelerin iptal kararlarını hiçe sayıp inşaatlara devam emişti. Ben de kendilerini hak ettikleri sertlikte eleştirmiştim. Bundan sonra da tüyü bitmemiş yetimin hakkını savunmaya ve ballı ihalelerle tüyü bitmemiş yetimin hakkına göz koyan Rönesans şirketleri eleştirmeye devam edeceğim.
Sözcü’nün patronajı rekabet hırsıyla NEFES’e savaş açabilir ve bu savaşta her şeyi mübah görebilir, bunu anlıyorum.
Ancak bir gazetecinin, hele hele Emin Ağabey gibi duayen bir gazetecinin böyle bir savaşa alet olarak, kendi meslektaşlarına “Rönesansa çalışıyorsunuz” imasında bulunması, onları okuyucu karşısında küçük düşürmeye çalışması büyük bir haksızlık.
***
Sözcü Gazetesi’nde altı yıl çalıştım. Sözcü TV ekranlarında düzenli olarak yer aldım. Çalıştığım süre içinde de elimden gelenin en iyisini yaptım.
Ayrılma nedenim ekonomik koşullar ile çalışanlar arasındaki gelir adaletsizliğiydi.
Ayrıldıktan sonra üç TV ve bir gazete ile iş görüşmesi yapıp NEFES Gazetesi’nde karar kıldım.
Gazete yönetiminin ayrıldıktan sonraki davranışlarını, altı yıllık kıdem tazminatımı vermemek için başvurdukları hesap oyunlarını, gazeteden ayrılan ya da atılan meslektaşlarımızın hak ettikleri tazminatları ödememek için yapılanları görünce de “iyi ki ayrılmışım” hissini yaşadım.
***
Emin Ağabey keşke bir ilandan yola çıkarak kesin gibi yazdığı konuyu, Sözcü’de 17 yıl birlikte çalıştığı Genel Yayın Yönetmenimiz Metin Yılmaz’a sorsaydı.
Emin Ağabey yazıyı yazarken keşke hedef aldığı NEFES’in, yıllarca birlikte görev yaptığı, yeri geldiğinde dayanıştığı, aynı mahkemede sanık sandalyesine beraber oturduğu meslektaşlarının evine ekmek götürmesine vesile olan yeni bir gazete olduğu gerçeğini aklından çıkarmasaydı.
Emin Ağabey keşke yıllardır kendisiyle aynı safta, aynı gazetede yazıp çizip söyledikleri nedeniyle bedel ödeyen meslektaşlarının Rönesans da dahil hiçbir yere kalemlerini satmayacağı gerçeğini unutmasaydı.
Gazetecilikte rekabet iyidir.
Ancak rakip gazete ilan alamasın, satılmasın, hatta yaşamasın diye bu şekilde işi çirkinleştirmemek gerek!