Tarih, 29 Ekim 1993.
O gece gazetelerin Ankara bürolarını arayan meçhul ses “Binbaşı Cem Ersever’i infaz ettik, sıra Soner Yalçın’da” deyip telefonu kapatıyor…
Beş gün sonra Ersever’in nüfus cüzdanı postayla zarf içinde bana gönderildi.
Bundan iki gün sonra Ersever’in elleri arkadan bağlanmış, ağzı bantlı, kafasına iki kurşun sıkılmış cesedi, Ankara Elmadağ ilçesi çıkışında kireç ocaklarında bulundu.
Ardından Ankara Polatlı ve Kızılcahamam’da aynı şekilde iki ceset daha bulundu: Ersever’in yardımcıları Mustafa Deniz ve Neval Boz…
Ölüm tehdidi altındaydım. Ankara’dan uzaklaştım... Ersever’in gizli buluşmalarımızda tüm anlattıklarını; Güneydoğu’daki -Musa Anter gibi- faili meçhul cinayetleri, JİTEM, “Sakallı” / “Yeşil” kod adlı tetikçileri vs. “Binbaşı Ersever’in İtirafları” adlı kitabımda yazdım.
Tehlike bitmiş değildi, ne yapacaktım? Devlet çatısı altında güvenliğimi sağlayabilirdim: Askere gittim!
Amasya 15’inci Piyade Eğitim Tugayı kapısından içeriye gerginlik içinde girdim. Binbaşı Ersever için “itirafçı” demem Genelkurmay’ın büyük tepkisini çekmişti. Kışlada tehlikeden kurtulacak mıydım? Yoksa…
Askeri kıyafeti giyip koğuşa giderken, kulağıma uzaktan müzik sesi geldi.
Merak ettim, sesin geldiği kışlanın yemekhanesine yürüyüp girdim, şoke oldum:
Herkes ayakta, eller havada, masa üzerine çıkmış birine eşlik ediyor; Çav Bella marşını söylüyorlar! İnanamadım. Burası askeri kışla mıydı?
Masanın üzerindeki asker kim miydi; Volkan Konak…
Benim Maçkalı askerlik arkadaşım.
Dik yokuşların yoldaşı
Karadeniz rüzgârlarının evladı…
Turna gagası, kar menekşesi, turuncu gelincik kokulu bebeği…
Türkiye’nin en zengin bitki türlerinin büyüttüğü renkli çocuk…
Yurdunun dağlarındaki ladin, göknar, sarıçam kayın ağaçları gibi eğilmeyen, baş kaldıran, yiğit delikanlı…
Koskocaman kalpli.
Karadeniz yağmuru gibi hep dikine yağan, eğrilikten hoşlanmayan… Dik yokuşların inatçı yoldaşı...
Çeltikçi kuşu gibi göçmen. Şahin gibi yırtıcı.
Maçka dağ keçisi gibi inat, hiç geri adım atmayan sevdasından, ülküsünden…
İstanbul’da memleket hasreti çeken kalabalıklar içinde yalnız yoksul ve daima devrimci genç üniversiteli…
Çelik yürekli. Dirençli. Duruşunu hiç bozmayan isyankar.
Bulanık, kirli, karanlık kişilerden hazzetmedi. Düşmedi hiçbir çirkinliğin içine... Hıyanet nedir bilmedi.
Kendine güvenli. Hiç makyajsız. Samimi. Gerçek.
Sağduyulu...
Gözleri dolu, duygusal daima.
Zeki, hınzır ve hep insan kalan.
Güneşin yazdığı türkülerin sanatçısı.
Acı sessizliğin, hüzünlerin sesi.
Mikrofonu tüfeği…
Eylem meydanı sahnesi...
Her ayağa kalktığımızda en önde yürüyen gözü pek nefer.
Davayı büyüten kuzeyin oğlu.
Adı gibi yanardağ…
Büyük yasımız.
Ama bilinmeli ki: Ölür mü hiç Volkan Konak, nasılsa doğdu bir kere…
“Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumdayız işte, yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek…”
Saldırganlaşan kötülük
Ölüler bile ötekileştirildi.
Karşılıklı toplumsal aidiyetler hızla çürütüldü.
Acılara ortaklık yok artık; hassasiyet/duyarlılık ve merhamet kalmadı ülkede…
Volkan Konak ölüsü ardından kötü konuşan din adamları Müslüman sayılabilir mi; yaptığı tağut…
Ya sosyal medyada nefret suçu işleyen küfürbaz troller?
Bunlar kendilerini neden bu derece değersizleştiriyor?
İnsan yüreğinin en soylu yanı olan iyi olmayı ne zaman kaybettiler? Nasıl bu kadar iyiliği yadsıyan duygusuz, bencil ve kindar kişilere dönüştüler?
Ne oldu toplum insan sevgilerine? Yüce gönüllü olmaktan niye vazgeçtiler?
Ön yargılara yenik düştüklerinin farkında değiller mi?
Sabırla anlamaya çalışmalıyız; toplumsal hayatı sabote eden bu yozlaşmanın sebebi ne? Bir türlü ayılamayan iktidar sarhoşluğu mu? Ya da:
İyilikten korkan-kaçan özgüven eksikliği mi? Sevgisiz-şefkatsiz mi büyüdüler? Ne yaşadılar ki çocukluklarında, akıl sağlıklarını bu derece kaybedip, saldırganlaşıyorlar?
Evet üzerinde durmamız gereken; niye bu kadar güçsüzler, çaresizler aslında?
Samimi olarak yazıyorum; kendilerine bile saygısı olmayan bu kötücül ruha kızmayı bırakalı uzun süre oldu; yerini onlar için duyduğum endişe aldı: İçlerinde ateşi hiç sönmeyen hınçla, kendilerine ve güzelim ülkeye daha ne kadar zarar verecekler? Kaygılıyım.
Peki:
İyilikten büsbütün umudumuzu keselim mi? Tabii ki hayır.
Tarih gösterdi ki; iyi ile kötünün mücadelesinden hep tavizsiz iyilik kazançlı çıktı. Kötünün evi daima cehennem oldu...