Bayramda bile…

Yapılan ne çok bedduaya tanık oldum!

İnsanlar, bedduayı bir çeşit cezalandırma yöntemi olarak kabul görmüş herhalde…

Gerek İmamoğlu’nun hapse atılmasının ve gerekse protestolar sonucu ortaya çıkan şiddetin çok insanı üzüntülü yapması şaşırtıcı değil. Ki üzüntü insanı susturabilir; söylenecek ne kaldı ki?

Üzüntü, boyun eğmeye ve kabullenmeye en yaklaşan duygu.

Peki… Beddua nereden çıktı?

Her duyduğumda “beddua etmeyin” dedim, “lanet okumak iyi değildir” çünkü…

Bu insanların duygusal halleri aklıma Milan Kundera’nın “Gülüşün ve Unutuşun Kitabı” romanını getirdi.

Çek dilinden “litost” sözcüğünü dünya edebiyatına kazandırdı: İnsanın kendini berbat hissettiğinde onu ayağa kaldıracak utanç ve hınç sarmalı…

Yani:

Bedduayı silah gibi kullananlar üzüntüyü aşmış, kendini aşağılanmış, hakarete uğramış, onuru zedelenmiş hissediyor…

İnsanlar öfkeli…

İnsanlar hınç dolu…

En kötüsü-en tehlikelisi insanlar kindar olmaya başladı…

Ve duygusal isyanlarını beddua ile giderme arayışında!

Kötü/hastalıklı bir yere savruluyoruz; belirsizliğin yaşandığı ülkeler, duygusal yaralar ile parçalanır.

Bu kadar öç alma bedduası nasıl geri alınacak, bilemiyorum. İktidardaki kimileri de Hz. Muhammet’in hadisini unuttu; mazlumun bedduasından sakının.

Bırakılsın artık şu kısasa kısas tavrı, infiale kapılmadan ülkede kardeşlik hukuku inşa edilmek zorunda.

Kimse yok mu orada?

İktidarın “amok” koşusu

AKP’li arkadaşlarım var…

Bayramlaşmada, -son olaylar sebebiyle- kimilerinde gördüğüm, “mahcubiyet” duygusu oldu. Başta İmamoğlu olmak üzere gençlerin hapse atılmasından üzgünler. Kendilerini küçük düşürülmüş hissediyorlar.

Ülkede içtenlikle utanıp-sıkılan, yüzü kızaran siyasilerin olması geleceğe dönük umut beklentisine yol açıyor.

Tüm AKP’lileri “merhametsiz” görmeyin diye yazıyorum bu satırları, başkasının acısını hissedenler, hayal kırıklığına uğrayanlar yok değil partide…

Usanmışlar… Rahatsızlar… Muallaktalar…

Kamuoyu önünde dile getirmiyorlar ama sarsılmış durumdalar; suçluluk-pişmanlık ruh hallerini hissediyorum. Ne yüzlerinde ne kaçırmaya çalıştıkları gözlerinde gülümseme var. Karamsarlar… Kasvetliler…

Kendilerini suçlu hissediyorlar…

Hiç hatırlamak istemedikleri süreçten geçtiklerinin farkındalar…

Kendilerini hayata kapatmışlar…

Başka biriymiş gibi yaşıyorlar…

Siz farkında değil misiniz:

Cesur olduklarından hiç kuşku duymadığım AKP’liler, çıkıp iktidarlarını destekleyen açıklama yapmıyor, demeç vermiyor.

Çaresizlik girdabına düşmüş bu vicdanlı AKP’lilerin haline de üzülüyorum...

Heyhat! AKP iktidarının ülkede kontrolü kaybetmek üzere olduğunu düşünüyorum. Yalpalıyor; “panik atak” geçiriyor sanki.

Gergin ve savunmacı psikolojik hali, aklı tamamen devre dışı bırakmış görünüyor! Sadece muhalefeti düşman görmüyor, herkesten gereksiz şüphe duyuyor.

Soğuk Savaş dönemi “her taşın altında komünist arama” paranoyası farklı görüşler üzerinden bugün devam ettiriyor. Dizi oyuncularına, şarkıcılara hasetle “cadı avı” yapmak nedir yahu? Ya önüne gelene hakaret etmeler, aşağılamalar?

Bilmeli ki; her birey onuru ve saygıyı hak eder.

İnsanları daha da çileden çıkarmaya ne gerek var? Ne oldu edebe, hoşgörüye, hepten unutuldu mu?

Malezyalıların “amok” dedikleri; “ani öfke nöbeti” ile uçuruma koşuyor AKP iktidarı…

Sahi… Kimse yok mu orada?

“Efendi ahlâkı”

Friedrich Nietzsche, 1887’de “Ahlâkın Soykütüğü Üstüne” kitabını yazdı…

Kitabın ilk bölümünde ahlâkın iki temel türü olduğundan bahsetti:

- ”Efendi ahlâkı”...

- ”Köle ahlâkı”...

Roma İmparatorluğu’nda efendileri tarafından aşağılanan kölelerin hissettikleri öfkeyi, cezalandırma korkusuyla bastırdıklarını ve ancak içlerindeki intikam duygusunu/hınçlarını kimi zaman kışkırtıcı hareketlerle dışarı vurduklarını yazıp kavramsal açıklama yaptı:

Soylu “efendi ahlâkının” karşısına hayatının kısıtlanmasına öfke duyan “köle ahlâkının” çıktığını belirtti.

Efendi ahlâkı”; iç güdülere dayalı, gücü ön planda tutan, uyum sağlamak yerine dönüştürmeyi salık veren ve bunları tartışılmaz “iyi”-“doğru” sayan yaşam biçimini temsil ediyordu.

“Efendi ahlâkı” bir insan tipi olarak tüm değer yargılarını yine kendisinden hareketle üretirdi: Vahşi insan “efendi ahlâkı” ile “ehlileştirilirdi” ancak…

Ortaklaşmayı, hümanizmi, özgürlüğü, insanın kendine saygı duymasını hedefleyen “köle ahlâkını” merhametli hastalık bulan Nietzsche, gurur ve gücü barındırdığını ileri sürdüğü “efendi ahlâkını” savundu…

Acı çekmeyi meşrulaştırdı Nietzsche; acının toplu kabulünü tavsiye etti. Neler demedi ki; “aşağılamak, aristokrat bir duygudur!” İtibarıyla:

Takipçisi Hitler oldu! Ki, Yahudi soykırımının sebepleri arasında Nietzsche’nin bu kitabı da vardı…

Yani:

İnsanoğlu tarihindeki bu “ahlâk” kavgası/mücadelesi hep sürecek.

Bugün yaşıyoruz. Deniyor ki; çeşitli “ahlâki” kılıflar bularak, hapsettiğimiz insanlar için hiç ses çıkarmayınız!

Yani değerli okuyucu:

“Kimse yok mu orada” diye sormayınız, safınızı kendiniz belirleyiniz. Kimin ahlâkını savunuyorsunuz?