İmamoğlu operasyonuna bambaşka açıdan bakmaya çalışacağım. Önce giriş yapmama izin veriniz:

Bir, “Puvatya Muharebesi” ya da “Tours Muharebesi” adı verilen savaşta Müslüman Arapların, Avrupa’daki ilerleyişi 8’inci yüzyılda durduruldu…

İki, Moğollar’ın 13’üncü yüzyıldaki Avrupa’ya ilerleyişi kendi aralarındaki taht kavgası sebebiyle son buldu.

Üç, Osmanlıların gerek 16’ncı yüzyıl ve gerekse 17’nci yüzyıldaki Avrupa’da ilerleyişi Viyana kapılarında son buldu.

Avrupa hafızasında, bu saldırıları yapan Müslüman, Moğol ve Osmanlı hep “Türk” olarak kaldı. Bu kimliği tarihleri boyunca korku unsuru yaptı...

Matbaanın yaygınlaşması sonucu yayıncılık sektörünün gelişmesiyle Avrupa’da kitap yazımı yaygınlaştı.

Tarih yazımının ana konularından biri; hem kaygı hem hayranlık uyandıran Türkler kimdi? Nereden geliyorlardı? Toprakları nasıl böyle hızlı fethediyordu? Onlara karşı ne yapılmalıydı?

Tek örnek vereyim; Erken modern 17’nci yüzyılda İngilizlerin yayınladığı 12 bin 284 eserin, 3 bin 548 tanesinde “Türk” adı geçti…

Ancak… Avrupa’daki korku ve hayranlık zamanla son buldu, Türkleri “aşağılamaya” başladılar. Niye?

Siyasi keyfilik rejimi

İmamoğlu’nu unutmadım, geleceğim...

Yıl, 1699.

Osmanlı, yenildiği Kutsal İttifak devletleri (Avusturya, Venedik, Lehistan) ile barış antlaşması imzalayarak ilk kez Avrupa’da büyük toprak kaybetti.

Avrupa yayıncılığı Osmanlı’nın niçin kaybettiği konusunda da kitaplar yazmaya başladı. Bilgiye dayalı siyasi değerlendirmeleri şu başlıklar altında toplandı:

- Tahta oturan aç gözlü padişahlar, zevkine-lükse düşkün olup ölümü de şehvetten olan Asur son kralı “Sardanapalus”a benzemektedir…

- Sefahat içinde yaşama isteği bürokraside de yolsuzluğu artırmıştır…

- Geleneksel kurumlar ahlaki olarak yozlaşmış; memuriyet bile rüşvetle alınır satılır hale gelmiştir.…

- Vezirler arasında hizipçilik vardır…

- Yeniçeri sistemi bile bozulmuş, asker etiği erozyona uğratılmıştır…

- Resmi görevliler verdikleri rüşveti çıkarmaya çalıştıkça halka mali baskı uygulamaktadır.

- Sıradan Türkler, varını yoğunu alan devlet yöneticilerine karşı itaatkârlıklarını kaybetmiştir…

18’inci yüzyıl ortalarında -Fransız politik düşünür Montesquieu’nun katkılarıyla- korkuya dayalı yönetim “despotizm” kavramı doğdu ve yaygınlaştı.

O dönemler İstanbul’da da görev yapmış elçiler dahil, kimi yazarlar Avrupa’nın Osmanlı’yı yok edeceğini yazmaya başladı. Bunlara göre Osmanlı’nın çöküş zamanı gelmişti!

Peki… Avrupa’nın bize sorduğunu şimdi biz Avrupa’ya soralım: Avrupa nasıl gelişti?

Montesquieu’dan başladık ondan devam edeyim:

Despotik yönetimlere karşı “Kanunların Ruhu Üzerine” adlı eseri yazdı.

Ona göre, ancak kanun düzeninin egemen olduğu bir toplum güçlü olabilirdi. Bu düşünce, tüm aydınlanma düşünürlerinin de ortak görüşü oldu.

Keza: Avrupa gelişimine -tek adamlık rejimine karşı çıkan- Montesquieu bir katkı daha sundu: Kuvvetler ayrılığı ilkesi… “Devletin yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirinden ayrılması ve bu sayede gücün kötüye kullanılmasının engellenmesi” idi bu...

Artık İmamoğlu’na gelebilirim:

İmamoğlu’nun kişisel meselesi değil

Yapılan yargı operasyonun salt İmamoğlu ve arkadaşlarına yönelik olduğunu düşünüyorsanız siyasi hata yaparsınız.

Bu yapılan “ameliyat/operasyon”, iktidarı koruma hedeflidir. Tehlikede olan, ideal olması gereken kamu düzenidir.

Ne demek istiyorum yanıtı Montesquieu’ya bırakayım:

- Aynı kişide yasama yetkisi, yürütme yetkisiyle birleştiğinde özgürlük yok olur...

- Yargılama yetkisi, yasama ve yürütme yetkilerinden ayrılmamışsa özgürlük yok olur...

- Aynı kişi bu üç gücü kullanırsa her şey kaybolur: Yasa yapma yetkisi, kamu kararlarını uygulama yetkisi ve bireyler arasındaki suçları veya anlaşmazlıkları yargılama yetkisi…

Yıl, 2025 ve Türkiye’nin gündeminde ne var?

İmamoğlu’na yönelik yargı operasyonu bir kez daha neyi aydınlığa çıkardı: Kuvvetler ayrılığı ilkesini

Bırakın Batı’yı, Türkiye’de insanlar kuvvetler ayrılığı ilkesinin olduğunu düşünüyor mu?

Yaşadıklarımız ile ilgili çok farklı “pencereden” bakabilirsiniz. Mesela, tek olgu yazayım:

Bir yargı operasyonu, piyasaları niye allak bullak etsin? Pazarda güven sorunu mu var? İktidardan şüphe mi duymaktadır insanlar?

Onlarca soru sorulabilir; kimin mülkiyeti-parası güvence altındadır?

Avrupa’nın Osmanlı’nın çöküşüne dair yaptığı -keyfilik yönetimi gibi- tespitleri bugüne benzemiyor mu?

O halde, Osmanlı gibi çökmemek için ne yapmak gerekiyor? Demokratikleşme olmadan çöküşten kurtulmak mümkün değil…

Evet toparlarsam, yaşananlar İmamoğlu’nun kişisel sorunu değil, rejim sorunudur…

Yasama yetkisini elinde tutan parlamentondaki kürsü işgalinin sembolik değerini önemsiyorum. Yaşadığımız sıkıntının nedeni; kağıt üzerinde Anayasa’da yazsa da kuvvetler ayrılığı ilkesinin artık yok edilmesidir. Yasama, yürütme ve yargı tek kişide toplanmıştır.

Ne dedi Montesquieu:

- Halk, adalete inanmaz bir hale geldiğinde o rejim mahkûm olmuştur.

Montesquieu bunları yaklaşık dört asır önce yazdı.

Latince yazayım artık; Quo vadis!

Gidiş nereye; bu kadar mı kör olduk?

NOT: Osman Sınav ile bir dönem birlikte çalıştık; Allah rahmet eylesin...