Lev Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü” eserini yazdığında 58 yaşındaydı.
“Savaş ve Barış” romanı üzerinden 17 sene ve “Anna Karenina” romanı üzerinden 9 yıl geçmişti.
Yüksek rütbeli bir yargıç olan İvan İlyiç, ölümcül hastalığının farkına vardığında, o güne kadar büyük anlam yüklediği ve uğruna büyük çaba verdiği serveti, şöhreti, saygınlığı kendisine bir anda boş ve saçma görünür…
Tolstoy, baş karakterine ahlâk felsefesinin şu temel sorusunu sordurur:
- “Doğru bir hayat yaşadım mı?”
İvan İlyiç aslında yazar Tolstoy’un ta kendisidir.
- “Doğru bir hayat mı benimkisi? Dünyada bunca yoksulluk varken benim varlık içinde yaşamam doğru mu? Başkaları yoksulluk içindeyken mutlu olmam mümkün mü?”
Tolstoy bu eserini din değiştirdiği sorgulama döneminde kaleme aldı:
- “İğrenç beden çağrılarından kaçtım…”
- “Dünyada alınacak hazlar var ama başkalarının zevk almıyor olması benim aldığım zevki sakatlıyor…”
Yıllar sonra felsefeci Theodor Adorno da benzer aforizmayı/çarpıcı sözü sarf etti:
- “Yanlış hayat doğru yaşanmaz!”
Bolu Kartalkaya’da 78 insanın can verdiği yangın sonrası hiçbir şey olmamış gibi tatilini sürdürenlerin/kayak yapanların ruh sağlığı üzerinde durmak gerekmiyor mu? Hayatın aslında onları “yaktığının” farkında bile değiller. Kötü bir sınavdalar; patolojik vakalar!
Bu yaşadıkları travmatik hayat toplumsal yaşamımıza bulaşıyor, hayatı biçimlendiriyor.
Kemalettin Tuğcu çocukları
Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” eserini yazdığı yaştayım bugün...
Benim kuşağımı anlamlandıran, büyüten yazarın Kemalettin Tuğcu olduğunu düşünürüm! Talihsiz-yoksul ve gözyaşı dolu çocuk masallarının yazarıydı Tuğcu...
Masum yıllardı bizim çocukluğumuz. Zengin-fakir ayrımı bilmezdik.
Utanılacak hayat yoktu. Zenginin parası varsa yoksulun haysiyeti vardı. Herkesin başı dikti.
Kanaatkârdık. Merhametliydik. İyimserdik. Sadaka bilmezdik, yardımseverdik… Çalışanın karşılığını alacağına inanıyorduk.
O eski mahallelerin çocuk insanlarıydık hepimiz...
Kimse, değersiz değildi.
Kimse, öteki değildi.
Kimse vicdansız değildi.
Biraz büyüdük, aydınlık bakışlı-sosyal gerçekçi Orhan Kemal’in emekçi çocuk hikayeleriyle tanıştık. Geçim dünyasında; kâr duygusu ile ar duygusunun çelişkisini öğrenmeye başladık.
Hayat sertleşiyordu ama keskin duygusallığımız henüz bozulmamıştı. Umutluyduk; kötülükten iyilik doğacağına inanıyorduk.
Yıllar sonra öğrendik ki; Orhan Kemal bugünün karanlığına işaret ediyordu. Sonra, büyüdük…
Sonra, toplumun korkutularak savunmasız bırakıldığına şahitlik ettik. Sonra güvensiz insanın, cahilliği yücelten karanlığın doğumuna destek verdiğini gördük.
Bakınız:
İnsan aklıyla görür; akıl bozulursa toplum bozulur. Bugün büyük insan yıkımına yol açan vasat dönüşümün özü budur: Akılsızlık.
Kemalettin Tuğcu’nun “çocukları” bugün sadece tüketim peşinde. Kötülüğün ürkütücü sıradanlığını yaşıyor. Ve bu kötülük bulaşıcı virüs gibi ülkeye yayılıyor. Kötülük ne çok kişiyle/kitleyle paylaşılırsa toplumsal sorumluluk o kadar azalıyor.
Grand Kartal Otel yangınından hepimizin sorumlu olduğunun kaç kişi farkında?
Moliere ne dedi:
- “Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.”
Yangından sonra kayak yapanlar ile tepkisiz kalanlar arasında pek fark var mı? Kendimiz dışında herkesi suçlayarak adaleti hâkim kılamayız, temiz kalamayız, düzeni değiştiremeyiz…
Ne dedi Tolstoy:
- “Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.”
Safsata kural oldu
Evrende belirsizlik, bulanıklık, gizem yoktur. Düşünememe mantıksızlığı vardır.
Mantık, gerçekle yüzleşen aklın ölçüsüdür/mizan-ül akl!
Aklın olmadığı yerde safsata başlar. İtibarıyla abartma, mübalağa etme ve kehanetvari/komplocu çıkarımlar toplumsal yaşamın bel kemiğini oluşturur.
Her işin altında çapanoğlu aranır. Kendinden saymadığı dinlenmez, okunmaz, hiçbir şey sorgulanmaz olur.
Sorumluluk insan karalamakla ötekinin sırtından atılır. Muhatabın kişiliğe-karakterine, vasıflarına ve hatta ailesine saldırılarak görüşlerinin çürütüleceği sanılır: Ad hominem!
Tek amaç vardır; delil olup olmadığına bakmaksızın hasmını köşeye sıkıştıracak polemik yaratmak. Devede kulak misali hayli önemsiz konular ileri sürülerek kafalar karıştırılır. Münazara katledilir, karşı görüş biçilir. “Ben böyle düşünüyorum, doğrusu da budur” anlayışı düşünceyi öldürür.
Son yıllarda yaşadığımız işte budur.
Bu sebeple olay(lar) işin içinden çıkılamaz hale geliyor/getiriliyor.
Konunun özü gözden kaçırılıyor, olay gündemden düşürülüyor…
Zarfa değil, mazrûfa/aslolana değil meselenin dışına baktırılıyor…
Böylece… Her olayda safsataya dayalı sonuç çıkarmalar kısır döngüsü sürüp gidiyor…
Maksat daima; grup baskısıyla çoğunluğu yanına çekmek oluyor…
İktidara yaranacak çok insan olduğundan bu taktik başarılı görünüyor… Ki ülkemizin bıkkınlık veren durumu/hal-i pürmelali tam da budur.
Yangından sonra kayak yapmayı sürdürenler toplumsal hayata yabancılaşmış mahluklardır…
İnsana muhtacız, insan arıyoruz.